Hayatın kendisi bir anlamlar bütünüdür. Kimisi bu hayatı bilinçli yaşar kimisi de bilinçsiz.

Hayatın kendisi bir anlamlar bütünüdür. Kimisi bu hayatı bilinçli yaşar kimisi de bilinçsiz. Kimisi içine doğduğu kültürün değerleriyle hayatına devam eder kimisi bu değerlerin üstüne koyarak, yenileyerek hayatına değer ve anlam katar. Anlam katmak bir bilinç seviyesinden bakmanın sonucudur. Öylesine, rüzgârın savurduğu, nefsinin istediği yöne savrulan kişiler anlam oluşturamazlar. Anlam bir arayıştır, savruluş değildir. Dolayısıyla anlam aramanın peşinde olanlar farkındadırlar. Farkına varırlar. Farkına varmak isterler ve bu yönde çaba sarf ederler. Hayatın anlamı benim için şudur diye başlayan bir cümle kursanız, bunu nasıl devam ettirirsiniz? Hiç düşündünüz mü? Bu koskocaman bir kelime değildir. Bir filozof olmaya, yıllarca kafa patlatmayı da gerektirecek bir şey değildir.

İletişim kendi iç dünyamızdan başlar

Aileden bir yakınımızı kaybettiğimizde anlamsızlık hissederiz; hayatı gözümüzde ne kadar da büyütüyor, anlam yüklüyoruz diye içimizden geçiririz. Aslında burada hissettiğimiz hayatın anlamsızlığı değildir. Gereksiz, hayatın özünü kaçıracak şeylerle vakit kaybetmenin serzenişidir. Bundan sonra hayatıma anlam katacağım deriz ama bir bakarız ki yine savrulmuş oraya buraya gitmiş ve özden uzaklaşmışız. Hani bir boşluk, anlamsızlık ve iç sıkıntısı hissettiğimiz anlar vardır ya zamana zaman, hepimizde olan. İşte o kendi iç dünyamızla iletişimi kopardığımız anlardır. Bu yüzden iletişim önce kendi iç dünyamızla başlayan bir olgudur. İletişim önce kendimizle başlar. Felsefe de böyle sormaz mı? Ben kimim? Bu âlemdeki yerim nedir? Hayatın anlamı nedir?

Küçük anlamlar büyük anlamları oluşturur

Güne küçük anlamlarla başlayın. Mesela evinizdeki küçük balkonunuzu zevkinize göre düzenleyin. Küçük sevdiğiniz eşyalarla düzenleyebilirsiniz, hiç önemli değil. Kirli ise öncelikle mutlaka temizleyin. Sonrasında kendinize güzel bir kahve yapıp, elinize kitabınızı alıp kurulun. Bunun için zenginlik, fakirlik gerekmiyor. İlla büyükşehirlerde bu kaosu yaşamak zorunda değiliz. İlla AVM’ye gidilmek zorunda değil. Sürünün peşinden gittiğimiz sürece anlamı yakalayamayız. Bir çocuğun ağır gelen okul çantasını taşıyarak eşlik etmek, mahalleden geçen yaşlı bir teyzeye selam vermek, yerdeki taşı kenara çekmek. Varın siz sıralayın. Anlamı nerede arıyorsunuz? Bu küçücük kimsenin önemsemediği, göz ardı edilen insanlık çabalarını es geçmek bizi hastalandırıyor.

Anlam varsa

Üzülüyorum öğretmen olup da sınıfa iki karış suratla girenlere. Öğrenciyi bu anlamsızlığa mâhkum edenlere. Anlam varsa kibir, şikâyet, bıkkınlık, bahane olmaz. Attığımız her adım dua gibi olur anlam varsa. Yoksa o zaman küfürdür attığımız her adım. Yani her an başımıza bir şey gelir ve biz hayatı anlamsızlıkla suçlayıp iletişimi başta kendimizle koparıp, karanlığa mahkûm oluruz. O nedenle hayatımızı küçük anlamlara zenginleştirerek büyük anlama doğru erişmeliyiz. Anlamlı bir hayatınız olursa en büyük armağan hayata ve sevdiklerinize ve hatta karşılaştığınız her insana güzel bir his bırakarak, onların da hayatını anlamlı kılmaktır vesselam.

ALMANYA’DAN ÖĞRENCİLER

Tıp okuyan öğrencilerimden Almanya’dan gelenler var. Almanya’da okuyabilecekleri halde özellikle Türkiye’de okumayı seçmiş Türk öğrenciler bunlar. Hatta çok kişi neden burada olduklarını anlayamadıkları söylüyorlarmış. Her şeyden önce ülkelerini sevdikleri için buradalar, burada olmayı seçmişler. Tuhaf olan bir şey varsa, o da onları tuhaf karşılayanlar. İnsanın vatanında olmak istemesi anlaşılır bir şey. Türkiye’den başka her yerde yaşanır propagandası o kadar çok yapıldı ve şimdi de gençler arasında bu bilinçli bir şekilde yerleştirilmiş durumda ki sanki ilk fırsatta buradan kaçan kendini kurtarmış gözüyle bakılıyor. Almanya’da veya başka bir ülkede her zaman yabancısınız. Bunu aklımızdan çıkarmayalım. İyi ki buradalar. Gençlere hep Türkiye’den gidenlerin örnekleri gösterildi. Birde bu öğrencilerimiz var. Üstelik öyle üç, beş kişi değiller. Sadece seslerine kulak verilmiyor.

İÇİNE DÖN

Ne arar, ne buluruz? Hayat bir anlamda, kendi içindeki özü bulma ve kimliğini bu varoluştan inşa etme halidir. İnsan sadece et ve kemikten, kan ve irinden oluşsaydı bu varoluş sancısının bir anlamı olur muydu? İnsan gölgesine bir bakıversin, içindeki iradesini görecek; güçlü ve dimdik. Cesaretini toplasın, yıksın putları ve görsün artık ruhunun kaynağını. Sancısına deva olacak merhem taa içinde, tertemiz ruhunda. O ilk yaratılışta; sevgide, merhamette, birlikte, kucaklayışta.. İnsanı o derin kuyuya hapseden kendi çıkmazları; hevesleri, tutkuları, şehvetleri bir türlü alt edemediği, dengesizliğinin bedelini ödediği kibri, iddia ettiği bilgisi ve doğanın kucağından ısrarla kopuşu. Karşında duruyor sen. Sana bakıyor. Daha ne bekliyorsun duvarları yık ve kendi hakikatinle yüzleş.

GÖKÇE GÜNEYGÜL

MÛSİKÎ MUHAFIZLARI

Yüzlerce yıldan beri Türk Mûsikîsi, tarihte yaşayan Türk devletlerinin hiyerarşik düzeninde kurumsal birim olarak yer almasıyla, devlet yöneticilerinin devlet içinde yaşayan ve çalışan mûsikî acemilerini yine kurumsal hiyerarşi içinde müzisyen olarak yetiştirmesiyle, mûsikîşinasların ustadan çırağa kulaktan kulağa, ezberle aktarılan eserleri meşk etme yöntemiyle, sosyal yaşam içindeki mûsikîye meraklı bireylerin evlerindeki özel meşklerle, yadigâr kalan sazların, sözlerin ve seslerin somut ve soyut olarak saklanmasıyla, usta mûsikî hocalarının ilim talep eden yetenekli mûsikî talebelerine geleneksel usül gereği bîbedel mûsikî öğretmeleriyle asırların nağmeleri yaşamlarını sürdürebilmiştir. Bu kültürel ve müzikâl aktarım sırasında hem durağan hem yaşayan ve değişen, kulaktan kulağa aktarırken değişen aktif ve dinamik bir yapının iskeleti üzerine inşa edilen mûsikîmizin muhafazası son yılların güncel konularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk Dil Kurumu’nda benzeşen kelimeler olan muhafaza ve muhafızlık kavramlarından muhafaza koruma ve saklama, muhafızlık ise bir şeyi koruyan, kollayan ve gözeten kimse anlamını taşımaktadır. Pekâlâ… Geçen asırlar içinde mûsikînin öğretimi esnasında bazen klasik üsluptaki kurallara birebir bağlı kalınan, riayet edilen, bazen de aktarımı sırasında değiştirilerek icra edilen, çiçeklendirilen dinamik eserleri, soyut mûsikî mirasımızı, somut mirasımız olan çalgıları ve notaları, belgeleri, kadim kitapları, kayıtları kim muhafaza etmiş ve deyim yerindeyse manevî muhafızlığını üstlenmiştir?

İslâmiyet öncesi Türk mûsikîsînde şamanların kam davullarıyla ritimle terapi niteliği taşıyan, hastadaki kötü ruhlara kovmayı amaçlayan şifacı özelliğinin koruması, makam mûsikîsinin şifacı özelliği nedeniyle Edirne’den Kayseri’ye kadar olan tüm darüşşifalarda musıkî heyetlerinin karasevdalılara mûsikî dinletmesi bile mûsikîyi yaşatarak korumaktır. Askerî nöbet tutma esnasında sazlarla ve sözlerle nevbet geleneğinin sürdürülmesi, devlet kavramının olmazsa olmazı tuğ takımları ve mehter takımlarının atadan miras kalan bir kaide sayılması, İslâm’ın kabulüyle birlikte okunan beş vakit ezanın güzel sesle ve kırâatle okunmasının önem arz etmesi de varlığını sürdürmesi bakımından önemlidir. 13. Yüzyılda Safiyuddin Abdülmümin’in musiki kitaplarıyla ölümsüzleşen mûsikînin şerefli ilim olarak anılması, aynı yüzyılın başlarında âlemlere güneş gibi doğan Hz. Mevlâna’nın mûsikî ve semâyı bir araya getirerek kâinatın dönüşüne eşlik etmesi, dergâhlarda gönül döven bendirler eşliğinde zikr halkalarının devran dönmesi, 15.yüzyılda İstanbul’un fetheden Fatih Sultan Mehmed’in şehri âdeta bir sanat merkezi haline getirebilmek için müzisyenleri ve mûsikî ilmi sahiplerini bizzat davet etmesi, aynı yüzyılda Hoca Abdülkadir Meragî’nin seslerin ve çalgıların niteliklerini ayrıntılı olarak eserlerinde anlatması ve müzikolog Doç. Dr. Recep Uslu’nun da kitaplarında ve makalelerinde sıkça vurguladığı bir husus da önem arz etmektedir. Meragî’nin Nağmelerin Maksadı adlı eserini Sultan 2. Murad’a ithaf etmesi ve Sultan 2. Murad’ın neredeyse bir mûsikî muhafızı edasıyla mûsikî alimlerine öncelik vermesi, Yavuz Sultan Selim’in sarayda himaye ettiği müzisyenlerin, sazende ve hanendelerin bulunması, 16. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman’ın minyatürlerden de gözlemleyebildiğimiz kanun sazının da icra edildiği mûsikî meclisleri kurdurması, 17. Yüzyılda dönemin büyük bestekârı Itrî Efendi’nin Salat-ı Ümmiye’yi tüm İslâm coğrafyasında duyurması, Lale Devri de denilen 18.yüzyılda Nayî Osman Dede, Tanbûrî Mustafa Çavuş, Hızır Ağa gibi birçok bestekârın eserlerini dilden dile taşıyan halkımızın da mûsikîmizin muhafaza edilmesinde büyük bir rol oynadığı muhakkaktır. 19. yüzyılda Batı Müziği rüzgârlarının akıbete yön tayin ettiği devirde bile hâlen kadim ezgilerimizin hasodasında neyzen Sultan 3. Selim ve büyük bestekâr Hammamizâde Dede Efendi tarafından korunuyor olması, yüzyılın sonlarında doğan tanbûr virtüözü Tanburî Cemil Bey’in tanburuyla, çöğürüyle, kemençesiyle Sineklibakkal’daki evinde otururken bile efsane olması, ve sanki ruhlarında gizli bir mûsikî muhafızı nefes alıyormuşcasına bütün yaşamlarını mûsikîye vakfetmeleri dikkat çekicidir. 20. yüzyılın başında Anadolu’muzun istiklâlini elinden almak isteyen işgalcilerin olduğu dönemde İstiklâl Marşı’nın yazılması ve bestelenmesi kararını alan meclisimiz, marşın ilk bestekârı olan Ali Rıfat Çağatay da âdeta mûsikînin muhafazasını üstlenmiştir. 20.yüzyıl devrinin müzikâl devrimine doğru yol alan dönemini okuyabileceğiniz Doç.Dr. Onur Güneş Ayas’ın Müzik İnkılabı’nın sosyolojisi kitabında da değişim rüzgârının izlerine rastlamak mümkündür. Kimi zaman ses sanatkârı Safiye Ayla’nın Atatürk’ün huzurunda duyulan şarkılarına, Tanburacı Osman Pehlivan’ın tanburasına, kimi zaman Çoksesli Türk Musıkîsi ve Türk Halk Mûsikîsi bileşiminde estiğine şahit olduğumuz yüzyılda doğan değerli çalgıbilimci Etem Ruhî Üngör’ün kültür mirasımız olan çalgılarımızı evinde Müzik Müzesi kurmak için muhafaza etmesi, yıllarca zor şartlarda Mûsikî Dergisi’ni yayınlamaya devam etmesi yüzyılları, zamanı, mekânı, insanı aşan, muhafızları kalbimizde ve kulaklarımızda yaşayan, evrensel kalanın her daim musiki ve kubbede hoş bir sada olduğunu bizlere kanıtlar gibi değil midir? Ne dersiniz? Bugünün manevî mûsikî muhafızlarına saygı, göçenlere rahmetle…

ARTI EKSİ

Artı

Karga

Karga, motorsikletliyi görünce yukarıdan yere fırlattığı cevizi almayı vazgeçti. Ceviz de hemen kırılıp açılmamış, anlaşılan karga daha çok kereler cevizi alıp yukarı havalanıp yere atmak zorundaydı. İşte o esnada tam yoluna çıkan motorsikletli adam durumu fark edip, kargaya yol vermek istedi. Kargaya seslenerek ‘hadi al cevizini’ dedi. Ancak karga çekindiği için motorsikletli oradan ayrılana kadar temkinli davrandı ve adamın gitmesini bekledi. Durumu anlayan motorsikletli kargaya engel olmamak için oradan uzaklaştı. Sonra karga cevizi aldı kanatlandı, yukarıya uçuverdi, belirli bir yüksekliğe ulaşınca da cevizi attı. Ceviz kırıldı. Karga cevizin içine gagasını batırarak, cevizle birlikte oradan uçuverdi. Bazen iyilik bu kadar sadedir. Açık ve nettir. İnsan olmak nedir sorusunun cevabıdır.

Eksi

Prenses kim?

Devlet kanalında izleme oranı yüksek bir dizimiz var. Anadolu’nun bağrında geçen bu dizide, yeni doğan ve mışıl mışıl uyuyan kızını babası “prensesim” diye seviyor. Bir anda bende ‘ne alaka’ diyorum. Prenses bizim kültürümüzde olan bir kavram mı? Sultanlarımıza ne oldu? Osmanlı Devletinde haremde padişahın kızlarına hanım sultan denilirdi. Nasıl kral denilmiyorsa padişah veya hünkâr denilmiş olduğu gibi. Elbette yabancı kaynaklarda Osmanlı sarayından bahsederken oryantalist yazarlar prenses kelimesini kullanılmıştır. Bizim tarihçiler de yabancı kaynaklardan alıp prenses deyivermişlerdir. Dizi yapımcıları, senaristler de kelimeleri çıkarıp yerleştirirken bize ait olanlarını kullanmaları işin ruhuna daha uygun olacaktır.

FAKİRLERİN DOKTORU

Mısır’ın ünlü ve zengin doktoru bir gün muayenehanesine gelen çocuğa iğne yapması gerekiyordu. Ancak iğne paralıydı. Anne bu iğneye para verirsem bir ay açız diyordu. O esnada yanlarında olan diğer çocuğu camdan atladı ve ölüme gitti. Atlarken de anne kardeşime iyi bak dedi. O günden sonra kimsesizlerin doktoru olarak anılacak olan Muhammed Abdülgaffar muayenehanesini kapattı ve fakirlerin semtine taşındı. Ömrü boyunca bütün fakirlere ücretsiz baktı. Onlar gibi giyindi ve öyle de öldü. Türkiye’de de böyle doktorlar yok değil. Mesela Sakarya’dan Ahmet Palpas, Hüseyin Gümüşel ilk etapta duyduklarım. Hatta Cemalnur Sargut hanımın rahmetli babası Ömer Faruk Sargut’un babasının ücretsiz muayene yaptığı ve ilaç temin ettiğini ölümünden yıllar sonra duyduk. Aynı zamanda da 60 darbesinde Yassıada’da yargılanan Sargut’a geçen sene hükümet tarafından bir iadeyi itibar parası ödendi. Bu para ile biri doktor olan kızı ve diğer kızı hepimizin tanıdığı aynı zamanda yazarımız da olan Cemalnur Sargut babaları adına Bakırköy Dr. Sadi Konuk devlet hastanesinde ilk palyatif çocuk merkezini kurdu.