Gelelim konumuza. Bu gezegenin hâkim canlıları olan insanlar olarak toplumsal canlılarız.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, yazının başlığında “bitiren” değil de “tüketen” kelimesini kullanacaktım. Ama yazının içeriğindeki olumsuzluğu daha iyi ifâde ettiği ve “tüketen”ten daha olumsuz bir anlamı olduğu için “bitiren” kelimesini kullandım. Zira maalesef artık “tüketim”, “tüketici” gibi ifâdelerin yaygınlaşması ve “normalleşmesi” sebebiyle “tüketmek” olumsuz anlamda kullanılmıyor.
Gelelim konumuza. Bu gezegenin hâkim canlıları olan insanlar olarak toplumsal canlılarız. Sürü hâlinde yaşayan diğer canlılardan farklı olarak birbirimize muhtâcız. İhtiyaçlarımızı toplumsal iş bölümü ile karşılıyoruz. Bu ihtiyâçların karşılanması târihsel süreç içinde bize medeniyet kurma ve geliştirme imkânı ve zemini vermiştir.
Bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması, diğer bir ifâdeyle bireylerin içinde yaşadıkları toplum tarafından verilen sorumlulukları lâyıkıyla yapması, insanı medeniyetler kuran, icad ve keşifler yapan, kendine konforlu, güvenli hayat sağlayan bir canlı olma şansı vermiştir ve vermektedir.
Her ne kadar insan topluluklarını ileri götüren hamleler, mihver şahsiyetlerin şahsî gayretleri olsa da, bu isimlerin gayret ve uğraşlarının sonuç vermesi ve tasvip edilmesi de toplumların genel ortalamasına bağlıdır. Bu genel ortalama içinde sivrilen mihver şahsiyetler, onlara bu ortamı sağlayan toplumu ileri götürürler, toplumu daha medenî seviye taşırlar. Toplumun bireyleri daha rahat, daha konforlu, daha güvenli; kısaca daha “insana yakışan” bir hayat sürerler. Yâni olağan ve sıradan insanlar, olağanüstü ve sıra dışı insanların yaptıklarından faydalanır.
Bu olağanüstü, sıra dışı insanlar enerjilerini ne kadar verimli kullanabilirse, bundan toplum ve insanlık faydalanır. Bu insanların dikkatleri dağılmazsa, odaklanmaları için ihtiyaç duydukları şartlar ve ortam bozulmazsa, bundan toplum ve insanlık yararlanır. Buna mikro düzeyde anne-babanın çocuklarının ders çalışıp başarılı olması için uygun şartları sağlaması örneğini verebilirim. Çocuk bireysel bir başarı kazansa da, bu başarıdan anne-baba gurur duyar. Başka bir örnek olarak uluslararası müsâbakalarda altın madalya alan sporcularımızın bize millî gurur yaşatmasını verebilirim. Olağanüstü kişilerin başarılarıyla toplumsal fayda arasında böyle bir ilişki vardır.
Ama bir de hem bireyin hem de toplumun enerjisini bitme seviyesine getiren, uygun şartları bozan, kelimenin en olumsuz anlamıyla “tüketen”; tipler vardır. Bunlar tıpkı Moğollar veya Haçlılar gibi sâdece zarar verirler. Yıkarlar, yakarlar, bozarlar. Düzen ve intizam bırakmazlar. Herkesin uyması gereken ve toplumun düzeni için elzem olan kurallara bu tipler uymazlar.
Bu tiplerin en iyi niyetlisi “sorumsuz” davranır. Kötü niyetli olmasa da, gözünün önündeki yazılı uyarıyı görmez, sesli uyarıyı duymaz. Yanlış yola girer; çıkmak için trafiği altüst ederler. İnmesi gerektiği durağa dikkat etmez, koca belediye otobüsünü duraktan hareket ettikten sonra yolun ortasında durdururlar. Turist kafilesinde bir otobüs dolusu insanın gecikmesine sebep olan tek kişi de bu tiplere örnektir. Havaalanına geç gelirler; otelden geç çıkarlar; kahvaltıya geç inerler; alışveriş için verilen serbest zamâna riâyet etmezler. Geç kalırlar ve bütün kafileyi mağdur ederler. Ve genellikle yarım ağızla “lütfen” özür dilerler.
Bu tiplere toplumsal hayatın her kesiminden olduğu gibi üniversiteden de örnek verebiliriz. Toplum tarafından “yüksek eğitim” alan, “okumuş yazmış” diye tanımlanan; X, Y, Z gibi kuşak isimleri verilip taltif edilen üniversite öğrencilerinden bâzıları bu tiplere örnektir. Sayıları azdır ama olumsuz çarpan etkileri çok yüksektir. Bu tip öğrenciler ders saati kaç olursa olsun sınıfa geç gelirler. İster sabah dersi, ister öğleden önce, isterse öğleden sonra olsun, geç gelmek ve sınıfın ders kalitesini bozmak gibi bir “hakları” olduğuna inanırlar. Bu inançları da çok güçlüdür. Sınava geç gelip sınava başlayan arkadaşlarının konsantrasyonlarını bozarlar. Ödevlerini geç teslim edip hocalarının bütün sınıf için harcadıkları zaman ve emekten daha fazlasını harcatıp ihmâl ve sorumsuzluklarını telâfi etmeye çalışırlar.
Mâzeret fabrikası
Bu tiplerin her zaman bir mâzereti vardır. Ya hasta olurlar ya da bir akrabaları ameliyat olmuştur ve koca sülâlede ondan başka refâket edecek başka kimse yoktur. Diğer akrabalar “düğün” gibi mâzeretler için kullanılır. Ya sınav târihini karıştırırlar ya da sınav yerini bulamazlar. Bir bardak temiz su içine damlatılan bir damla bir pis su gibi, bütün bardağı içilmez hâle getirirler.
“Lütfen” bile olsa özür dilemeyi bilmeyenler de zeytinyağı gibi üste çıkarcasına “ne olmuş ki!”, “ne var yâni!”, “ama hakkım değil mi!” gibi, karşısındakinin hakkını ve kendi toplumsal sorumluluğunu hiçe sayan ifâdeler kullanırlar.
İki şeritli yolda dörtlüleri yakıp arabasını trafiğin akışını aksatacak şekilde bırakanlar da bunlardır. Sanki o yol babalarının tapulu malıymış gibi, hiçbir sorumluluk duymadan, 100 metre ilerideki otoparka gitmeyi üşenen bu tiplerle yaşamak zorunda kalıyoruz ve maalesef büyük şehirler bir yana, Anadolu’daki en küçük şehirlerimizin bile “yaşanmaz” hâle gelmesine şâhit oluyoruz.
Toplumsal haşerat
Başkalarının kurduğu sistemli, medenî, kurallarına uyulan şehirlerin avantajlarından yararlanmak için bu şehirlere hücum edenlerden bâzıları, “enerji bitiren” tipler oldukları için, tarım ürünlerine dadanan haşerat gibi, düzeni bozuyorlar.
Toplumsal yapıya haşerat gibi zarar veren bu tiplerin olduğu yerlerde, o toplumu daha ileri götürecek, olağanüstü ve sıra dışı tipler de durmamaktadır. Kendisini yemek için hızla yaklaşan aslanı görüp bir tutan daha ot yemek yerine hızla kaçan antilop kadar bile geleceği düşünemeyen bu haşeratların hızla çoğaldığını görüyoruz.
Bu tipler mirasyedi sorumsuzluğunda âilelerine, yakın çevrelerine, okudukları okullara, çalıştıkları işyerlerine, yaşadıkları şehre, ülkeye ve devlete zarar veriyorlar. Asalak gibi yaşadıklarını anlamadıkları, birer haşerat gibi olduklarını anlamadıkları ve anlamak istedikleri için ikaz edildiklerini kabul etmiyorlar. “Buna hakkım var” deyip o düzenin devam etmesi için koyulan kurallardaki hak ve sorumluluklarından sâdece “hak” tarafını görüyorlar.
Ne yazık ki, hem kişilerin enerjisi bitiren hem de toplumun düzenini bozan bu toplumsal haşerat, en küçük bir olumsuzluk karşısında ilk şikâyet eden oluyorlar. Hem “bu şehirde yaşanmaz” ya da “bu ülkede yaşanmaz” edebiyatına başlıyorlar. Ülkeden kaçmayı mârifet zanneden bunu “başaranlar” da kendilerini fasülye nimetinden sayıp “Türkiye bir bilmem ne kaybetti” deyip havaalanından fotoğraf paylaşıyorlar.
Bu yazıyı okurken sizin de aklınıza birçok örnek gelmiştir. Son çâre olarak “Allâhım bizi içimizdeki gâfiller ve zâlimler yüzünden helâk etme” diye duâ ediyoruz. Âmin.