“Emânet” kelimesiyle “koruma” kelimesi arasında neredeyse eş anlamlı denecek kadar yakın bir ilişki vardır.

Vedâlaşırken birbirimizi Allah’a emânet ederiz. Değerli eşyâlarımızı güvendiğimiz yere emânet bırakırız. Canımızı askere, polise, bindiğimiz otobüsün şoförüne, uçağın pilotuna emânet ederiz. Müslümanlar olarak, ölünce Allâh’ın emânetini geri aldığına inanırız. “Emânete hiyânet” en büyük suçlardan biri, hâinlik sayılır. Ne yapılacaksa yapılsın “ehline emânet edilir”.

Peygamber Aleyhisselâm, biz Müslümanlara Kur’ân-ı Kerim’i ve sünnetini emânet etmiştir. Onları korursak, onlara tutunursak, asıl onların bizi koruyacağına, güvenli bir dünya ve âhiret hayâtımız olacağına inanırız.

TDV İslâm Ansiklopedisi’nde “Emânet” maddesinde verilen bilgiye göre Arapça’da “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak mânâsındaki “emn” mastarından gelmektedir.

“Emânet” kelimesi emin, mü’min, emniyet, iman, aman gibi kelimelerle aynı kökten gelen bir kelime âilesindendir. “Emânet” kelimesi kavram olarak o kadar önemlidir ki, Peygamber Aleyhisselâm’un nübüvvetten önce kendisine takılan lâkabı “Emin”dir. Ayrıca bu lâkabı O’na, daha sonra en büyük düşmanı olacak Ebu Cehil, lâkabı henüz Ebu Hikme iken takmıştır.

Daha önemlisi, Esmâ’ül Hüsnâ’da “güven veren, vaadine güvenilen, emin kılan, koruyan” mânâsına gelen “El Mü’min” ile Allâh’ın sıfatlarından biri olmasıdır.

Emâneti teslim etmek

İslâm inancında rûhun Allâh tarafından insana emânet edildiğine inanılır. Azrâil Aleyhisselâm, bu emâneti geri almak için gelir. Emâneti teslim için hazırlığını yapmış olanlar, Azrail’in bu gelişinden korkmazlar. Ne zaman, nerede gelecek olursa olsun endişe duymazlar. O yüzden bu şekilde vefat edenlerin yüzlerinde, beklenen bir misâfiri karşılıyormuş gibi bir mutluluk ifâdesi olur.

Ama bu emâneti teslim etmeye hazır olmayanlar, “daha zaman var” diye düşünenler, ellerinde senet varmış gibi tövbe etmeye vakit olduğunu zannedenler ise ya şaşkınlık ya korku ya da çâresiz bir son pişmanlık hissine kapılırlar ve cansız bedenlerinin yüzünde bu hissin yansıması görülür.

Hz. Mevlânâ’nın Azrail hikâyesi

Hz. Mevlânâ, Mesnevî adlı eserinde Azrail ile karşılaşan bir kişinin korkmasıyla ilgili şöyle bir hikâye anlatır. Halife Hârun Reşid zamânında bir adam, Bağdat pazarında gezerken karşısında birden Azrail’i görür. Hikâye bu ya, hem adam hem de Azrail birbirlerini gördüklerine şaşırırlar. Adam, Azrail’in şaşkınlığından korkup kaçar ve Halife’nin yanına giderek ondan yardım ister. Halife’den kendisini Bağdat’tan uzaklaştırmasını diler. Hârun Reşid de Binbir Gece Masalları’nın o meşhur uçan halısını adama tahsis eder ve adam Hindistan’a kaçar.

Daha sonra Hârun Reşid, Azrail’i yanına dâvet eder ve adamı neden korkuttuğunu sorar. Azrail, korkutmadığını, aksine şaşırdığını söyler. Çünkü kendisine verilen emre göre bu adamın canını bir gün sonra Hindistan’da alması gerekmektedir. Bağdat’tan Hindistan’a bir gün içinde gidemeyeceği için canını nasıl alacağı konusunda şaşkınlığa düştüğünü söyler. Aslında adam, uçan halı ile Hindistan’a kaçtığını zannederken eceline gitmiştir.

Diğer emânetler

Âilesinin, çocuğunun, öğrencisinin, devletinin, milletinin ve dininin sorumluluğunu emânet olarak sırtlanan insanlar, vaktini sâdece Allâh’ın bildiği ölümle karşılaştıklarında kendi âkibetlerinden önce, geride bırakacakları emânetler konusunda endişelenebilirler. Amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenen bir anne, kendisinden önce çocuğunun ne olacağını düşünür. Bir baba, âilesinin o olmadan ne yapacağı endişesine kapılır. Bunlar gayet mâkul ve insânî korku ve endişelerdir.

Ama bu endişelere kapılanlar şunu bilmelidir ki, endişe duymalarına sebep olan geride kalacak olan kişiler de, onlara emânet olmaktan önce, o emâneti veren Allâh’ın kullarıdır. Allah, başkasının emânetini verdiği kullarını El-Mü’min esmâsı mûcibince o emâneti üstlenecek başka birine veya devlet gibi bir kuruma vererek onu vekil kılar. Emâneti veren de, alan da, başkasına aktaran da emânetin gerçek sâhibi Allâh’tır.

Bu yüzden, “Ben ölürsem çoluk çocuk ne yapar” diye düşünmek, bir dereceye kadar sorumluluk gereği olsa da, bir dereceden sonra emânetin sâhibi olan Allâh’ın irâdesine aykırı hareket etmektir. Bize düşen emâneti her an, her yerde teslim etmeye hazır olacağımız bir hayat yaşamaktır.

Kutsal Emânetler

Osmanlı’daki Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi, bize emânete verilen önemin ve duyulan saygının bir başka yüzünü gösterir. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethinin ardından, burada bulunan Peygamber Aleyhisselâm’a, Ehl-i Beyt ve sahabe-yi kiram’a âit olan eşyalar, İstanbul’a getirilir. Bu eşyalar için Topkapı Sarayı’nda özel bir bölüm yapılır. Bu bölümde, kırk hâfız tarafından kesintisiz olarak Kur’ân-ı Kerim okunur ve kırkıncı hâfız da zamânın pâdişahıdır. Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında kesintiye uğrayan bu gelenek, günümüzde kırk hâfız tarafından hâlâ sürdürülmektedir.

Ayrıca Kutsal Emânetler dâiresinin temizliği sırasında toplanan tozlar, dâirenin girişinde bulunan taşın içine saklanır. Ayrıca Sultanahmet Câmii’nin bânisi, Sultan I. Ahmed’in bu tozların süpürüldüğü süpürgeden birkaç dal alarak, tâcındaki elmasın yerine bu süpürge dallarını taktığı bilinmektedir.

1918 yılında Mekke ve Medine’nin Osmanlı hâkimiyetinden çıkması sebebiyle, bölgedeki savaşın komutanı Medine Müdafii, “çöl aslanı” lâkaplı Fahrettin Paşa’nın irâdesiyle buradaki kutsal emânetler de İstanbul’a gönderilmiştir ve günümüzde tüm kutsal emânetler Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emânetler dâiresindedir. Yâni bu emânetleri koruma şerefi Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak bize nasip olmuştur.