Daha önceki Anahtar Kelimeler’den biri olarak ele almaya çalıştığım “soru-suâl” konusunda soru sormanın sorulan kişiye sorumluluk getirdiğini ve insanın dünyâdaki sorumluluğun “Elestü bi rabbiküm” (A’raf Sûresi, 7/172) (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) sorusuyla başladığını ve insanoğlunun bu soruya “Belî” (Evet) cevâbını verdiğine değinmiştim.

“Elestü bi rabbiküm” sorusuyla insana yüklenen ilk sorumluluk “evet” demek değildi aslında. İlk sorumluluk, bu soruya cevap vermekti. Sorunun Allah katından gelmesi elbette kulun bu soruya cevap vermeme ihtimâlini ortadan kaldırıyor olsa da, Allah’ın insanoğluna belki de ilk öğrettiği şey, muhataptan gelen soruya cevap verme edebi ve mes’uliyetidir.

Peki bu mes’uliyeti ne kadar yerine getiriyoruz? Allah’ın sorduğu veya emrettiğini yapıp yapmama bu yazının konusu değil. İnsanlar olarak birbirimize sorduğumuz soruların hepsine karşılık veriliyor muyuz? Sorduğumuz sorulara olumsuz da olsa cevap alıyor muyuz? Maalesef hayır. “Cevap verilmiyorsa olumsuzdur” diye kendi kendimize kurguladığımız tuhaf bir cevap kültürümüz var. Karşı taraf, olumsuz cevap vermeye tenezzül etmiyor. İşte burada yukarıda belirttiğim “edep ve mes’uliyet” tavrının eksikliği ortaya çıkıyor. Olumsuz da olsa cevap vermesi gereken taraf, cevap bekleyen tarafı insan yerine koymama edepsizliğini ve saygısızlığını yapıyor.

Bu cevap vermeme saygısızlığı yaygınlaşıp normalleşiyor. Sorular ya havada ya da cevapsız kalıyor. Toplum, birbirine saygı duymayan, birbirini insan yerine koymayan, birbirini önemsiz gören bireylerden oluşan bir topluluk hatta güruh hâline geliyor. Nasıl sürü hâlindeki hayvan yığınları birbirlerini iterek ilerlerse, yere düşenin üstünden ezip geçerlerse, toplum da sürü gibi oluyor.

Sorusuna cevap, talebine karşılık alamayanlar şanslarını tekrar denediklerinde ya cevap vermesi gereken tarafın “çok işi” oluyor ya da cevap vermesi için vekil kılınan “arkadaş unutmuş” deniyor. Yâni kimse sorumluluğu almıyor. Israr edip daha üst makamları araya sokup cevap istendiğinde, bu defa da ilk cevap vermesi gereken taraf alınıyor, güceniyor; otoritesinin sarsıldığını hissine kapılıyor; sorumluluğunu yerine getirmediği ortaya çıktığı için kızıyor.

Narsist ihmâl

Narsist kişiliğin en belirgin özelliği her şeye lâyık olduğunu düşünmek, hiçbir sorumluluk almamak ve sorun çıktığında suçu başkalarına atmaktır. Sorulan soruya cevap vermemek de bir sorumsuzluk örneğidir. Cevap alınamayan soruların sayısının artması toplumdaki narsisizm seviyesinin yükseldiğini gösterir.

Toplumsal narsisizm kişisel narsisizmden daha tehlikelidir. Kişisel narsisizmde kişi, kendi enâniyeti ve egosu içinde, kendine seçtiği kurbanları sömürerek hayâtını devam ettirebilir. Ama bu toplumsal bir tavır, bir kültür hâline evrilirse – ki günümüzdeki durum öyledir – herkes, bir taraftan sömürülen diğer taraftan da sömüren hâline geliyor. Kişiler, sömürülerek kaybettiklerinin yerini sömürerek doldurma gayretine girmişlerdir. Bu, delik bir kovaya su doldurmaya çalışmak gibi beyhûde bir gayrettir.

Kapanmayan dava dosyası

Hukuk mekanizmasının yavaşlamasına sebep olup adâletin zamânında gerçekleşmesine engel olan en temel sorun, kapanmamış dava dosyalarıdır. Cevap verilmeyen sorular da toplumun sosyal işleyişini yavaşlatan, aksatan, akāmete uğratan bir sorundur. Soruyu soran taraf açısından cevap verilmeyen her soru, kapanmamış bir dosyadır. Cevap alınmamış her soru bir asabiyet ve gerginlik sebebidir. Oysa çözümü çok kolay, basit ve masrafsızdır. Nâzik bir şekilde “olumsuz cevap verdiğimiz için üzgünüz” diyerek soru soran tarafın beklentisi karşılanır. Kimse de sorusuna olumsuz cevap aldığı diye düşmanlık beslemez. Beslese bile bu, cevap almama durumundaki kadar yüksek ihtimâl değildir.

Çocuğa yaşı küçük diye cevap verilmeyen toplumda, toplumsal veya bürokratik hiyerarşi sebebiyle üstler astlara cevap vermez. Genel müdür müdüre, müdür şefe, şef memura cevap vermez. Sonuçta sorduğu soruya cevap almadığı için beyninde kocaman soru işâretleri taşıyan insanlar bir arada yaşamak zorunda kalır.

Soru sormak hesap sormak değildir

Soru soran kişiyi pasif olarak muhatap almamakta mutlaka kötü niyet olmayabilir. Ama bir de “Sen kimsin ki bana soru soruyorsun” tepkisinin ortaya çıktığı bir tavır vardır. Kendisine sorulan her soruyu, hesap soruluyormuş zanneden bir kişinin ya hesap veremeyeceği bir kusuru vardır ve her soruyu hesap soruluyor zannediyordur ya da kendini lâyüsel olarak görüyordur. Bâzı kişilerin en sıradan soruyu bile hesap sorar bir tavırla sorduğunu da inkâr etmeyelim. Muhtemelen bu kişilere hep hesap sorulmuş ve onlarda soru sormayı hesap sorma olarak bellemiş olabilirler. Ama bu kişiler, kendilerini konumlandırdıkları sosyal seviye üzerinden kime cevap verilecek kime verilmeyecek gibi bir sınıflandırma yapmış olmaları da kuvvetle muhtemeldir. “Ben onu niye muhatap alıp cevap vereyim” tavrı bu sınıflandırmanın sonucudur.

İnsanın “Elestü bi rabbiküm” sorusuna cevap vererek “Belî” demesi Allah’ın sorduğu soruya kul olarak cevap verme sorumluluğu ve başat kulluk vasfıdır. Konuştuğu kişiye sâdece başını değil vücûdunu dönerek konuştuğu nakledilen Resullullâh Aleyhisselâm’ın ümmeti olmak, onun bu iletişim kurma vasfını da sünnet olarak benimsemeyi ve uygulamayı gerektirir. Maalesef değil tüm bedenimizi dönerek konuşmak, cevap bile vermiyoruz. İnsânî ilişkiler açısından soru sormak ve cevap vermek bir ast-üst ilişkisi değil, bir medenî ve insânî iletişim özelliğidir. Soru soran kişi kendini hesap sorucu mertebesinde görmemesi gerektiği gibi, cevap vermesi gereken kişi de bunu bir nezâket ve insanlık özelliği olarak yapmalıdır. Cevap vermek kul olarak ilk yaptığımız şeyse, cevap vermemek de kul hakkına girmektir.

İnsanoğlunun Allah’ın muhatap alarak sorduğu soruya cevap vererek başladığı bu dünyâ hayâtında soru sorulan mesûl varlık olmak kadar sorulan soruya cevap vermesi gereken aynı varlık olduğuna inanıyorum. Bu bilincin yerleşmesinin, toplumsal ve ahlâkî birçok meseleyi kendiliğinden çözeceği kanaatindeyim.