Her toplum katmanlardan ve sınıflardan oluşur. Bu katmanlar arasında alttan üste üstten alta geçirgen olması gerekir.
Ama maalesef bu geçirgenlik çoğu toplumda yoktur ve bu toplumlara “Sınıflı toplum” denir. Sınıflı toplum, tekelci bir toplum yapısı üzerine kuruludur. Üst sınıf ve alt sınıf arasındaki seviye farkı, alt sınıftan üst sınıfa çıkmama gerçeğine dayanır. Sınıflı toplumda sınıflar arası geçirgenlik yoktur. Sırasıyla Hint, Mısır, Yunan ve Roma’daki sınıflı toplum yapısı, Roma’nın Hristiyanlığı kabulü ile bu dine girmiştir. Avrupa’daki Hristiyanlık öncesi toplum yapısı sebebiyle, Kilise merkezli kurumsallaşan Hristiyanlık, sınıf anlayışını benimsediği için Avrupa’da yayılmış ve baskın inanç hâline gelmiştir. Soylular sınıfı ve ruhbanlar sınıfı kendi iktidarlarını tekelci bir anlayışla kendi arasındaki dengeyi gözeterek toplumun geri kalanıyla paylaşmamışlardır. Bu, bir çeşit “particilik”tir. Particilik, “biz” ve “bizden olmayanlar” anlayışına dayanır. “Biz”in içine girmenin yolu “bizim” kurallarımızı benimsemek, “biz gibi” olmaktır.
Eşitliğe dayandığı iddia edilen demokraside de “parti”, demokrasinin olmazsa olmazı siyâsî yapılar olarak görülür. Tek parti olsa da, çok parti olsa da “parti” anlayışı sınıf yapısının, tekelci anlayışın sempatik hâle getirilmiş şeklidir.
Sınıflı toplumda bir üst sınıfa çıkmak isteyen alt sınıf mensubu biri, sınıflar arası geçirgenlik yâni hem yükselme hem de düşme anlayışıyla değil, üst sınıfa çıkıp orada kabûl görmek ve orada kalmak uğruna, üst sınıfın değerlerini benimser. Ayrıca bir önceki sınıfını inkâr eder, reddeder ve onu hakir görür. Bir önceki sınıfının her şeyini kötüdür. Yükseldiği yeni sınıfın her şeyi ise iyidir. Zâten aksi olsaydı, eski sınıftan yeni sınıfa çıkmasının hem bir sebebi ve câzibesi olmadı hem bu mümkün olmazdı.
Bu anlayış, sınıflar arası geçirgenlik değil, üstün olan tek sınıfın olduğu kabulünün tekelciliğidir. Kaç kat sınıf olursa olsun, toplum mensupları dâima bir üst sınıfı mutlak iyi ve içinde olunması gereken tek sınıf olarak görür ve benimser. “Benim sınıfım” söylemi üzerinden bir kimlik edinir. Varlığını bu kimliğe bağımlı kılar. Dolayısıyla, o sınıfın koruyucusu olur. O sınıfın kimliğine zarar gelmesine, o sınıfa girmek için yerine getirdiği şartların başkaları için değişmesine ve başkaları tarafından değiştirilmesine karşı çıkar. Sınıfın daha eski ve kıdemli mensuplarından bile daha çok “o sınıfçı” olur. Yâni “kraldan çok kralcı” olur. İçine doğduğu alt sınıfı tehdit ve düşman olarak görür; onu yok etmeye çalışır. Yok etmek için her türlü şer ittifakına girer.
Töre, sınıfa karşı
Bu hastalıklı zihniyet, toplumsal yapıyı meydana getiren farklı unsurların yok edilmesini ve tek tipçiliği – yâni üniformacılığı – hedefler. Ama bunu demokrasi üzerinden sempatikleştirmek için “eşitlik” adını verir.
Bu yüzden töre, bu zihniyeti kabûl etmez. Her an yeni, her dem tâze olmayı vaaz eden; taassubu ve yobazlığı reddeden töre, toplumun tek sınıfın tahakkümü ve – Gramsci’nin kullandığı anlamla – egemenliği (hegemonyası) altına girmesine, Kut’un kişiliğe ve karaktere değil, kimliğe bağlı olmasına ve giydirilmiş bir kimliğin tekelinde olmasına karşıdır. Zira bu durumda kişi, kendini bulamaz, kimliğinin sınırlarından çıkamaz. Kısacası beşerlikten insanlığa geçemez. “Beşer” kelimesi Arapça’da “insan heykeli” demektir. Heykel, heykeltraş yâni başkası tarafından şekillenir. Beşerlik insanın biricik ve benzersiz olmasının önündeki engeldir.
Töre, geçirgensiz sınıflı topluma alternatif olan tek sistemdir. Toplumdaki sınıflara mensup olmanın anadan babadan geldiği ön kabulünü reddeder ve buna karşı çıkar. Çünkü bu ön kabûl, toplum içinde birlik (tevhid) duygusunu tahrip eder. Zayıfın hep zayıf kalmasının ve güçlünün zayıfı ezmesinin yolunu açar. Kısacası Töre, sınıfı ne olursa olsun haklının güçlü olduğunu esas alır. Töre, namus cinayetlerinin mâsumiyet kılıfı değildir.
Töre ve sermâye
“Töreli-Törük”
yâni “Türk” olmak kandan, soydan, ırktan değil; her an korunması gereken şahsiyetten gelir.
“Töreli-Törük”
yâni “Türk” olmak kandan, soydan, ırktan değil; her an korunması gereken şahsiyetten gelir.
Töre ve cinsiyet
Törede sınıfsal ayrım ve tekelcilik olmamasının bir yansıması olarak, cinsiyet üstünlüğü de yoktur. Erkeğin kadından üstün, kadının erkekten aşağı olduğu yönündeki ayrımcılık kabûl edilemez. Törenin dili olan Türkçe’de kelimelerin cinsiyetinin olmaması ve İngilizce’deki gibi “He-She-It” ayrımının olmamasını cinsiyet ayrımcılığının olmadığının en bâriz göstergesidir. Dolayısıyla kültürel kodlarında törenin olduğu bir toplumda Feminizm söylemi Avrupa’daki gibi karşılık bulmaz, çünkü böyle bir toplumda Feminizm’e gerek yoktur.
Törede bir kişinin kazandığı olumlu özellik dâimî değildir. İyi özelliklerin toplamına karşılık gelen Kut, kazanıldığı gibi kaybedilebilir. Kut kazanan kişi, törede itibar kazanırken, kut kaybeden töreden çıkar. “Töreli-Törük” yâni “Türk” olmak kandan, soydan, ırktan değil; her an korunması gereken şahsiyetten gelir.
Burjuva ve ulus-devlet
Bireysel hak ve özgürlükler, eşitlik gibi kavramların söylem ve propaganda malzemesi yapıldığı modern demokrasi ve onun kurucu siyâsî rejimi olan ulus-devlet aslında alt sınıftan gelip aristokrasi ve ruhban sınıflarının siyâsî, ekonomik, dinî iktidarına ortak olmak isteyen burjuvanın icar ettiği ve desteklediği bir aygıttır. Sınıf ayrımına karşı olduğu iddia olduğunu ve her insanın doğuştan eşit olduğunu savunan demokrasi esasta burjuvazinin kendi sınıf tekeline perde olan bir uygulamalar bütünüdür. Yâni burjuvazi, kendini üst sınıflara kabûl ettirmiş ama ona bunu sağlayan iktisâdî sistem olan endüstriyel kapitalizm ile bu sınıfları da baskı altına aldığı, kendi çıkarına hizmet eden yine tekelci anlayışa dayalı bir yapı kurmuştur. Burjuva bu yapı sâyesinde Enzo Traverso’nun ifâdesiyle “kirli, aşağılık, kana bulanmış ve pisliğe batmış gerçek yüzünü gizlemektedir.”
Burjuvanın kendi tekelini kurduğu bu sistemde zenginlik başkalarının fakirliğine; mutluluk, başkalarının acı ve üzüntüsüne; sağlık, başkalarının hasta olmasına; barış, başkalarının savaşmasına; tokluk, başkalarının açlığına; güzellik, başkalarının çirkinliğine, yâni güzel değilmiş gibi gösterilmesine ve yaşamak, başkalarının ölmesine bağlıdır. George Orwell, 1984 adlı romanında bunu alegorik, distopik ve politik bir hikâye kurgusu içinde anlatır.
Burjuva, bu kapitalist ruhunu, Protestan ahlâkıyla teskin etmektedir. “Başarıya giden her yol mübahtır” anlayışını vaaz eden Makyevelizm’e dayanan bu bakış açısı, burjuvaziyi ulus-devletler üzerinden BM, NATO, AB, BRICS ve benzeri küresel teşkilatlar dünyâda tek hâkim sınıf hâline getirmiştir.
Töreyi itibarsızlaştırma
Bu yapının karşısındaki tek alternatif olan Töre, sistematik bir karalama ve itibarsızlaştırmaya mâruz bırakılmaktadır. “Töre cinâyetleri” gibi olumsuz kavramlarla oluşturulmaya çalışılan – ve büyük orandan kendilerince başarılı olan – bu kötü imaj ile Töre; eşitlik, kardeşlik, insan hakları kisvesine bürünen demokrasiye alternatif olmaktan uzaklaştırılmaktadır. Bunun aksi yönündeki ve törenin gerçek özelliklerini ortaya koymak amaçlı yapılan çalışmalar kasıtlı olarak popülerleştirilerek sulandırılmakta ve hedefinden saptırılmaktadır.
Töreli (Törük) yâni Türk olmayı, inanç seviyesinde Şamanizm ile bağdaşlaştırma çalışmaları da bu saptırmaların başka örneğidir. “Türklerin en eski dini” diye mesnetsiz bir söyleme dayandırılan Şamanizm iddiasını şu tek cümle ile yıkmak mümkündür: Hiçbir din, o dinin din adamlarının adıyla anılmaz. Yâni, “Rahibizm”, “Hahamizm”, “İmamizm” diye bir din adlandırılması olmadığı gibi, “şaman”dan mülhem “Şamanizm” diye bir din yoktur. Türklerin eski dini falan da değildir.
Töredeki cinsiyet farkının üstünlük sebebi olmama olgusunu, Marksist bir altyapı sâhip ve “çatışma” yaklaşımı üzerinden açıklamaya çalışan Feminizm ile aynı yörüngeye sokma çabaları da saptırmalara bir diğer örnektir. Diğer bir örnek de, töre ile İslâmiyet’in en önemli ve en büyük ortak paydası olan Vahdet-i Vücûd anlayışını çarpıtarak “Panteizm” ile bir tutulması ve töre aleyhindeki eleştirilerin kasıtlı bir Oryantalist yöntemle bu yanlış benzetme üzerinden yapılmasıdır.
Bir Töre kitabı: Kutadgu Bilig
Bir töre kitabı olan ve törenin en önemli kavramı olan “Kut” kelimesini adında taşıyan Kutadgu Bilig’in günümüz ihtiyaç ve sorunları bağlamında okunması ve yorumlanması törenin anlaşılmasında önemli bir hamle olacaktır.
Yusuf Has Hâcib tarafından 11. yüzyılda kaleme alınan Kutadgu Bilig’in kelime anlamı “Kut kazandıran bilgi” demektir. Bu anlamıyla “Töre’nin kitabı” olarak adlandırılır. Dönemin geleneği gereği mesnevî tarzında aruz vezniyle yazılan Kutabgu Bilig, iki yüzyıl sonra Mevlânâ Celâleddin Rûmî tarafından yazılacak Mesnevî’ye kültürel bir zemin hazırlamıştır. Bu iki kitap, hem siyâsî hem dinî hem de iktisâdî içerik ve mesajları bakımından birbirleriyle örtüşür ve Türklerin İslâmiyet’i neden kabûl ettiklerinin ve İslâmiyet’in bayraktarlığını neden yaptıklarının açıklaması gibidirler. Bu iki eserdeki mesajları Yûnus Emre, kendi divânında cemederek Anadolu Türkçesiyle söylemiştir.
Bu itibarla İmam Âzam’ın amel, İmam Mâturudî’nin itikatta başlattığı çizgi, Yusuf Has Hâcib, Mevlânâ ve Yûnus Emre’de hikmet olarak devam etmiş ve töreyi günümüzü kadar getirmiştir. Amel, itikat ve hikmetten oluşan üçlü sac ayağı üzerine oturana toplum yapısı, sınıflı toplum anlayışı üzerine kurulu günümüz dünya düzeninin ve bu düzenin yarattığı kargaşa ve terör sisteminin en büyük düşmanıdır.