Mutluluk hakkında olumsuz bir şey söylenmez. Evlenirken gelin arabasının arkasına “evleniyoruz, mutluyuz” yazılır.

Küresel dünya sisteminde ülkelerin gelişmişlik seviyeleri ile ilgili bilgi verilirken “Mutluluk endeksi” diye bir sıralama yapılır. Üst sıraları, kişi başına yıllık geliri yüksek, üniversite mezunu oranı yüksek, işsizlik oranı düşük ülkeler işgâl eder. Doğum gününü kutlayanlara “nice mutlu yıllar” dilekleri sunulur. Kısacası mutluluk iyi bir duygudur.

Ama mutluluğun bir de elde edilme şeklini ilgilendiren diğer yüzü var. Bu yüzde, mutluluk her hâl ü kârda hissedilmesi gereken, çaba harcamadan elde edilen bir duygu, doğuştan gelen bir hak olarak görülüyor. Liberal literatürdeki bir kavram ile söylersek, mutluluk âdeta “negatif özgürlük” çeşitlerinden biri. Yâni her insanın ne olursa olsun sâhip olduğu, kimsenin müdahale edemediği bir hak gibi görülüyor. İnanç, eğitim, seyahat gibi temel hak ve özgürlüklerden biri olarak bakılıyor.

Daha ileri gidip “mutlu olmak benim de hakkım” diye düşünüp bunu başkalarının görevi olduğunu, herkesin kendisini mutlu etmek için çalışması gerektiğini ve aksi yönde davranmanın bir suç olduğunu düşünenler var. Tabi böyle düşündüğünü için hiç mutlu olamıyorlar. Çünkü mutluluğu, haz ile karıştırıp onun “alınan” bir şey olduğuna inanıyorlar. O yüzden, bir şekilde mutlu olsalar bile, bu, her haz gibi kısa sürüyor ve bir sonraki haz alınana kadar mutlu olamıyorlar. Yâni haz peşinde koşmak mutluluk getirmiyor.

Ahlak felsefecisi Immanuel Kant, mutluluğu ahlakla birlikte düşünüyor ve şu tespiti yapıyor: Yolda yürürken yaşlı bir kadının karşıdan karşıya geçmeye çalıştığını ancak yapamadığını gördünüz. Yanına gidip yardımcı olmak istediniz ve elinden tutarak karşıya geçirdiniz. Kadın yoluna devam ederken içinizi tatlı bir huzur kapladı, çünkü mutlu oldunuz. Birkaç adım daha attınız ve yine aynı senaryoyla karşılaştınız. Kadının koluna girerek karşıya geçirdiniz ancak kadın size, “ne yapıyorsunuz, çek elini üzerimden” dedi. Az önce sizi mutlu eden eyleminiz şimdi sizi mutsuz etti, çünkü istemediğiniz bir sonuç ortaya çıktı.

Kant’a göre bu iki eylemi de bir niyete göre yaptıysanız ahlaklı sayılmazsınız. Bir şey sırf mutlu olmak için yapılıyorsa, o şey ahlâkî sayılmaz. Kant, yaptığınız şeyin zâten sizin ödeviniz olduğunu belirtir. Yâni “yapmalısın” buyruğuna göre hareket etmelisiniz, “mutlu” olmalıyım buyruğuna göre değil.

Kant kısaca şunu diyor: “Eylem seni mutlu etmese dahi yapman gerekiyorsa yap! Çünkü sen mutluluğa değil ödeve göre hareket etmesi gereken birisin.”

Haz peşindeysen!

Mutluluk, hazzın rasyonel hâle getirilmiş yansıması olabilir. Birine zarar vermek kişiyi mutlu edebilir ama ahlâkî olarak mutlu olmanın nesnel bir yolu değildir hatta suçtur. Ama mutluluk kişiyi bahtiyâr ediyorsa, o mutluluk ahlâkî bir duygudur. Bahtiyâr olmak, kişinin kendi bahtıyla yâr olması, bahtını her şartta sevmesidir. Bahtiyar kişinin mutluluğu, her zaman mutlu olma beklentisine bağlı değildir.

Neden mutsuzuz?

Psikologlar mutsuzluğun beş temel sebebi olduğunu söylemektedir. Birinci sebep, kişinin beklentileriyle gerçekler arasındaki farktır. Bunu gençlerin ifâdesiyle “Hayâller İsviçre, gerçekler Kenya” şeklinde açıklayabiliriz. Kişi, hayattan beklentilerini, içinde yaşadığı şartları ve elindeki imkânları göz önüne almadan belirliyorsa mutlu olamaz. İkinci sebep, kıyas yapmaktır. Kıyas yapmak “dar ufuklu bir benlik temeline dayanır, dünyâyı ve deneyimlerini biriktirmeye ve düzenlemeye yönelik etnosantrik bencil bir girişimdir.”(*) “Onda var bende niye yok” diye düşünüp kendini başkalarıyla kıyaslayan kişinin mutlu olması mümkün değildir.

Üçüncü sebep, geçmişe özlem duymaktır. Günümüzde sosyal medya 1980’lerin, 1990’ların çok güzel yıllar olduğunu iddia eden paylaşımlarla dolu. Sanki o yıllarda ülkemizde ve dünyâda hiçbir sorun ve savaş yokmuş, ekonomik krizler, terör saldırıları hiç olmamış gibi bir hava oluşturulmaya çalışılıyor. Kömür sobası nostaljisi yapıp üzerinde kurutulan mandalina kabuklarından, pişirilen kestânelerden, dışarıda lapa lapa kar yağarken sobanın etrâfında ısınmaktan bahsediliyor. Ama o sobanın kömürünü kimin getirdiğinden, herkes uykudayken annelerin kalkıp sobayı yaktığından, sobanın külünü kimin boşalttığından kimse bahsetmiyor. Sanki içinde bulunduğumuz zaman dilimi, insanlık târihinin en kötü zamânıymış gibi bir söylem ortaya konuluyor. Böyle bir ortamda mutlu olmak da mümkün olmuyor.

Dördüncü sebep kendini gereğinden fazla önemsemektir. Bu, birinci sebepteki beklentileri de arttırıyor. Kişi, her şeye lâyık olduğunu, hep hakkının yendiğini düşünüyor ama istediklerini elde etmek için çabalaması gerektiği gerçeğini yok sayıyor. Oysa kimse vazgeçilmez değildir ve mezarlıklar “ben olmasam olmaz” diyenlerle doludur.

Beşinci sebep ise hayâtı gereğinden fazla karmaşıklaştırmaktır. Beklentiler çokken bu beklentileri nasıl gerçekleştireceğini bilmemek, öğrenmek istememek hayatı karmaşıklaştırır. Kişi bilmediği şeyden korkar ve ürker. Geleceğe hazırlanıp tedbir almak ve öngörmek için hiçbir çaba sarf etmeyince göremeyiz ve görememek korkutur. Korkan insan, sağlıklı düşünemez ve kafası karmaşıktır. Hayâtı gereğinden fazla karmaşıklaştırdığımız zaman, kendimize aslında hayâtı daha iyi yaşamamız için ihtiyaç duymadığımız bâzı konuları da sorun olarak önümüze koyuyoruz. Bunların hepsini çözmeye de gücümüz yetmiyor, altında kalıyoruz. Bu, bâzı insanlar için daha fazla, bâzı insanlar için daha az geçerlidir. Ama modern hayâtın gereksiz hızı hepimizi az veya çok, bu tempoya sokuyor. Mesela bir futbol takımının taraftarı, hiçbir etkisi olmamasına rağmen, takımının aldığı kötü sonuçları hayâtının merkezine koyabiliyor.

Elbette mutluluk, sorumsuz davranmak, hiçbir şeyi kafaya takmamak demek değildir. Kişi, sorumluluk halkalarının öncelik sırasını bilemezse, ilk sorumluluğunun farkında olmayıp en dışarıdaki sorumluluğa önem verirse bu sorumluluğunu yerine getirmesi mümkün olmadığını için mutlu olamaz. Ama hayâtında tek bir fidan dikmemiş birinin, Amazon’da kesilen ağaçları kendine dert edinmesi de samimiyetsizliktir.

Mutluluk feda edilirse

Ünlü düşünür Schopenhauer mutluluğun insanlığın gelişmesi için feda edilmesi gerektiğini söyler. “Büyük beyinler eğer mutluluk peşinde koşsaydı, insanlık olarak hiç ilerleme sağlayamazdık. Bütün buluşlar, icatlar, keşifler rahatından fedakârlık yapan, mutluluk dışında eziyeti tercih edenlerin sonucudur” der. Belki o insanlar bu eziyeti çekerken çok mutlu hissetmiştir ve bu fedakârlığı yapabildikleri için “büyük beyin” olabilmiştir. İnsan, kendini tanıyıp dünyâda var olma sebebini keşfedebildiği seviyede “büyük beyin” olabilecek fedakârlığı yapabilir.    

Mutluluk ve haz denklemine geri gelelim. Mesela kadınlar sâdece haz isteseydi, sevişir ama hâmile kalmak istemezlerdi. Bir annenin mutluluğu zorlu bir dokuz aylık hamilelik ve doğum acısından sonra bebeğini kucağına alınca başlar. Her emzirdiğinde, bebeğinin altını her temizleyip her gazını çıkardığında onun rahatladığını gördüğünde, kendinden fedakârlık ederek çocuğunu yetiştirip bunun sonuçlarını çocuğunun başarısı ve kendini gerçekleştirmesi olarak görünce devam eder.

Mutluluğun aplikasyonu olmaz

Hız ve haz çağında mutluluğa ulaşmak için çaba harcamak ve mutluluğu korumak için gayret sarf etmek yerine, neredeyse cep telefonlarına indirilen uygulamalar gibi “mutluluk aplikasyonu” olsun ister olduk. “Bu aplikasyonu telefonunuza indirin, mutlu olun” sloganı kulağımıza tuhaf gelmiyorsa, bizim birey olarak mutlu olmamız da tuhaf kaçar.

Günün her saatinde istediğimiz her şeyi eve getirttiğimiz bir çağda, mutluluğun da sipâriş verilip ayağımıza gelen bir şey olduğunu zannedebiliriz. Zâten bunu yapanların sloganı da “Getir bi mutluluk”. Ancak sipârişimiz geldiğinde mutlu olabiliriz ama bize sipârişimize getiren kişiye ödemeyi para yerine gülücükle yapamayız.

(*) Gündüz Vassaf (2016). Cehenneme Övgü – Günlük Hayatta Totalitarizm. İletişim Yayınları, İstanbul. (s.123)