Dış borçla finanse edilen iç talebe dayalı büyüme modeli, bütün gelişmekte olan ülkelerde, uyuşturucu bağımlılığı benzeri bir bağımlılık yaratmaktadır.

“Türkiye’nin Sultan Abdülmecit’ten bu yana (belli istisnai aralıklara rağmen) değişmeyen genel problemi iç talebe dayanan büyüme modelidir. Tasarruflar yapısal olarak yetersiz olduğu için yatırım ve tüketim taleplerinin karşılanması dışarıdan alınan borçlarla karşılanmaktadır. Yatırım ve tüketim talepleri yeterince büyümüyorsa, bütün Türk hükümetlerinin geleneksel uygulaması, bu talep yetersizliğinin kamu harcaması yolu ile giderilmesidir. Bu da 5-6 sene süren hızlı büyüme, görece ucuzluk ve refah dönemlerinin arkasından 2-3 senelik durgunluk ve daralma dönemlerine yol açmaktadır. Temelde, genişleme dönemleri yurt dışından para akışının olduğu dönemlere denk gelirken, daralma dönemleri de yabancı kredi musluklarının kapandığı dönemlere denk gelmektedir.

Dış borçla finanse edilen iç talebe dayalı büyüme modeli, bütün gelişmekte olan ülkelerde, uyuşturucu bağımlılığı benzeri bir bağımlılık yaratmaktadır. Eğer sağlıklı bir ekonomi kurmak istiyorsak, ilk önce acı ilacı içip kısa dönemde cari dengeleri yerini oturtmak, daha sonra da stratejik bir sanayi ve ticaret politikası yardımıyla ihracata dayalı bir büyüme modeline geçmek zorundayız. “Hocam, bu kadar kolaysa, niye hükümetler bu yolu benimsemiyor?” Çünkü demokratik ülkelerde siyasetçiler uygulayacakları ekonomi politikasının siyasi maliyetlerine karşı çok duyarlıdır. Dış borçla finanse edilen büyüme kısa dönemde vatandaşın üzerinde hiçbir olumsuz etken bırakmadığı gibi, dahası, sahte bir refah algısına da sebep olur. Bu durumda iktidar partisinin oy kaybı önlenmiş olur. Ancak borçların ödenme vakti geldiğinde, işte o zaman, kriz dediğimiz olgu ile karşılaşırız. Onun için siyasetçiler seçim zamanını çok iyi ayarlayıp, seçimi kriz ve acı ilaç öncesinde yapmaya çok dikkat ederler.”

Yukarıdaki satırları bundan tam bir yıl önce 9 Aralık 2019 tarihli bu köşede çıkan “DIŞLAMA ETKİSİ: BÜYÜME RAKAMLARI NE DİYOR?” adlı yazımda kaleme almıştım. O zamandan bugüne geçen bir yıl içinde hükümet acı ilaç içmeden iktisadi sorunları çözmek istedi. Burada da en yetkili kimseler eski Maliye Bakanı ve eski Merkez Bankası Başkanı’dır. Cuma günkü yazımda beklenenin üstünde gelen büyüme ve enflasyon rakamlarından bahsetmiştim. Gerçi ben de büyüme ve enflasyon da şaşırmadım ama büyüme oranı benim tahminimin üstünde çıktı. Bunun da nedenlerini genişlemeci para ve maliye politikaları olarak açıklamıştım. Bugün itibariyle hükümet acı ilaç reçetesini uygulamaya soktu. Ama bunu bir yıl gecikmeyle başlattı. Yeni gelecek Bütçe Yasası’nda gelecek süreci daha net olarak yorumlayabileceğiz.

Bugün geçtiğimiz bir yıl hükümetin ekonomi politikasında hangi hataları yaptığından bahsedeceğim. Bu hatalar aynı zamanda iktisat öğrencileri için de çok öğretici olacaktır.

EKONOMİ POLİTİKASINDA İMKÂNSIZ HEDEF

Başlıkta belirttiğim gibi 2019 ortasından itibaren hükümet düşük faiz ve ucuz döviz ile yüksek büyümeyi aynı anda tutturma hedefini koydu. Bu makul bir hedef midir? Hayır. Kullanılan araçlar bu iş için uygun mudur? Hayır. Bu hedeflere ulaşmak için uygun uluslararası şartlar var mıdır? Hayır.

Yukarıda alıntıladığım bir sene önceki yazımda bahsettiğim “dış borca kronik bağımlılık” 2018 krizine yol açan kırılganlıkların oluşmasındaki yapısal temeli teşkil eder. Ben 2018 Krizi’nden çıkış için hazır seçim süreci de bitmişken ne yapılması gerektiğinden bahsetmiştim. Acı ilaçla kastettiğim Merkez Bankası’nın politika faizine yükselterek sıkı para politikası uygulaması, Maliye Bakanlığı’nın ve diğer icracı bakanlıkların da 2020 Bütçesinde harcama kalemlerini kısmasını ve vergi gelirlerini arttırması yolu ile sıkı maliye politikası uygulaması idi. Kısılacak harcama kalemleri arasında örneğin Kanal İstanbul gibi dev projelerin ertelenmesi, kamuya alınacak kadrolarda kısıntıya gidilmesi ve benzeri uygulamalar vardı. Bu yolla belki (yüzde 1 civarı) mütevazı bir büyüme ile (yüzde 10 civarı) ılımlı bir enflasyonla Korona Krizine girebilirdik. Ama Bütçe daha sağlam olur ve dolar kuru da daha istikrarlı olurdu. Ekonomi Yönetimi bunu uygulamadığı gibi tam tersine yol verdi. Ne mi yaptı? Anlatayım…

Hükümet 1980’den – özellikle 2000’den- bu yana hızla gerçekleştirilen özelleştirmeler nedeniyle reel ekonomiyi yönlendirecek kurum ve araçlara sahip değildi. 2011 yılında tasfiye edilen DPT gibi bir kurum olmadığı için uzun dönemli planlamadan da vaz geçmişti. Bu yüzden elinde kala kala Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı kalmıştı. Ekonomi yönetimi düşük faizle özellikle talebi canlandırma etkisi yüksek olan inşaat sektörü gibi sektörleri canlandırmak ve tüketici kredilerini arttırarak tüketim talebini de arttırmak istiyordu. Bununla birlikte enflasyonu kontrol altına almak için kuru da baskılamak hedefini de koymuştu önümüze. Vergi indirimleri, teşvikler, iflasların yasaklanması gibi maliye önlemleri de mevcut bütçe açığını arttıran ama büyümeye de hız kazandıracak tedbirlerdi. Yukarıda da bahsettiğim gibi ucuz döviz- düşük faiz – hızlı büyüme ancak ve ancak dışarıda para musluklarının açık olması ile mümkündü. Çünkü haddi zatında, normal şartlarda ucuz döviz – düşük faiz hedefi çelişkilidir. Ya ucuz döviz – yüksek faiz ya da pahalı döviz – düşük faiz politikası uygulanabilirdi. Pahalı döviz – düşük faiz hedefi iç piyasayı daraltıp ihracatı arttırarak büyümeyi amaçlarken, ucuz döviz – yüksek faiz politikası iç talebi genişletip dış açıkları arttıran bir büyümeyi amaçlamaktaydı. Aynı zamanda hem ucuz döviz hem de düşük faiz hedefi ancak ve ancak dışarıdan yüklü dış borç gelmesi ile mümkün olur. Bu sayede döviz piyasasında oluşacak arz fazlası kurları aşağı çekerken, kurdaki düşüş enflasyonda düşüşe, döviz rezervlerinde artış da geniş anlamlı para arzının artmasına ve faizlerin düşmesine sebep olur. Yani alıntıladığım yazıda bahsettiğim dört beş senelik sahte refah döneminde gerçekleşen süreçle birebir uymaktadır. Ancak Vehbi’nin kerrakesi tam da burada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki…

Dönem 2019 sonu… Türkiye ağır bir krizden çıkmaya çabalıyor. Uluslararası konjonktür (Suriye, Irak, Doğu Akdeniz, Azerbaycan vb.) Türkiye’nin riskini yükseltmiş. Türkiye’nin ağır dış ödeme krizi Türkiye’nin borçlanmasını zorlaştırmış. Bırakın içeriye para girmesini mevcut para da kaçıyor. Siz bu ortamda düşük faiz politikası uyguluyorsunuz. Doğal olarak döviz kurları yükselecektir. Ancak bu da siyaseten işinize gelmiyor. Dışarıdan para da gelmeyince ne yapacaksınız? Birden Arşimet gibi “Evreka!” (Buldum!) diye bağırıyorsunuz. Bulduğunuz çare kamu bankalarındaki ve Merkez Bankasındaki dövizi satmak. Bu süreç nereye kadar devam eder? Merkez Bankası’nda döviz rezervi suyunu çekene kadar... Sonra swap anlaşmaları ile diğer Merkez Bankaları’ndan da borç alırsınız… Bu da sizin rezervlerinizin negatife dönmesiyle sonuçlanır. Sonuç: Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı istifa eder.

Keşke bir sene önce söylediğimde acı ilaç uygulasalardı… Allah Lütfi Elvan ve Naci Ağbal’a yardım etsin…