Koskocaman bir hastanenin içindeyiz şu aralar.
Püf noktası buymuş demek, bir virüs ile sönüverdi dünyanın havası. Milyar dolar silah sanayisi olan ABD başta olmak üzere nükleer enerjide en büyük yatırım yapan ülkelerden ikinci sırada olan Fransa ve medeniyetin beşiği Roma uygarlığı, Papalığın merkezi Vatikan’ın gururlu tapınakları, Endülüs’ü yerle bir eden İspanya’nın mağrur duruşuna ne oldu? Bir maske için korsancılık yapan bu Batı şimdi ip canbazının elinde oyuncak oldu. Ne ilginç değil mi? New York şehrinin göbeğinde Central Park’ta sahra çadırları kurulmuş. Yaygara koparan yok ama. Bu Batı kan kusar kızılcık şerbeti içtik derler.
Mars’ta virüs var mı?
Bugün Mars’a yolculuk olsa ve orada kesinlikle virüs olmuyormuş deseler acaba kimler gider diye çok merak ediyorum! Arkasına dönüp bakmadan gidecek çok insan olacaktır. Kendi paçasını kurtarmak için Mars’ı mahvetmeye hazır bir sürü insan çoktan uzay gemisinde yerlerini ayırttılar bile. Peki hala daha dünyanın birçok yerinde bakir yerler varken neden Mars’a gitme planları kurgulanır ve bunlar filmlerle pazarlanır? İnsanlık nasıl bir hezeyanın içinde? Topraklarına sahip olmak için türlü işkencelerle asimile edilen Amerikan yerlilerin ruhları hâlâ onların deyimiyle rüzgarla geri mi döndüler? Ya Cezair’de, Suriye’de, Irak’ta, Myanmar’da, Osmanlı’da ve Afrika’nın birçok bölgesinde petrol, değerli her şey için insanlar sömürülmedi mi? Asimile edilmedi mi? Zulüm görmediler mi? Hatta öldürülmediler mi? Mars’a gidilse bile cehennemden kaçış yoktur.
Hani Instagram fırın olmuştu?
Akıl hastanesinden fırlamış deliler gibi bir sağa bir sola koşuşturan insanlar da neyin nesi? Hani sosyal mesafe? Hani evde ekmek yapıyorduk? Hatta Napaoliten şarkıları eşliğinde pasta (makarna) bile yaptık sosyal medyada bütün alemle paylaştık. Nasıl bir hezeyan yaşandı da o gün binler fırınların önünde zombiler gibi pijamasıyla, şortuyla dışarı fırladı? Hastalık bulaştırma pahasına üst üste hangi travma hangi korku insanı böyle Allah’ın önünde küçük düşürür. Sofradan yarı aç kalkın diyen İslam’ın elçisi Hazreti Peygamber’in sesini de mi işitmeyiz? Peygamber efendimizin bazı zamanlar aç kaldıkları günlerde karınlarına taş bağladıkları da olmuş. Ya da iftarlık bir hurmayı nasıl paylaştıklarını anlatan Sahabeyi de mi dinlemedik? Dinledik de ninni gibi dinlemişiz. Çünkü sıra uygulamaya gelince hep birden çuvalladık.
Taburcu olmak
Koskocaman bir hastanenin içindeyiz şu aralar. İstatistikler günlük vaka, iyileşen, ölen ve her gün bunların toplam rakamlarını veriyor akşam bültenlerinde. Görünmeyen bir yaratık sürekli peşimizdeymiş gibi kabuslar görüyoruz. Çamaşır suları ile her yer dezenfekte ediliyor. Çantalarımızda dezenfektan, kolonya, ameliyat eldiveni, maske yeni aksesuarlarımız oldu. İnsanlara yaklaşmıyoruz artık alıştık buna. Dev bir hastanenin koridorlarında kaybolmuş gibi karşımıza her an beyaz önlüklü bir sağlık çalışanı çıkacak ve ona mutlulukla sarılacak sonrada aslında sarıldığımızın Kovid-19 canlısı olduğunu görerek çığlıklarla uykumuzdan uyanacak gibiyiz. Koronavirüsün etkisi ve tehlikesi azalsa bile artık yeni savaşın virüslerle olduğunu biliyoruz. İşte bu yeni bir şey. Bu duygudan bu ruh halinden nasıl kurtulup da taburcu olacağız?
Hepimiz sınavdayız
Unutmayalım ki; hepimiz çetin bir sınavdayız. Birbirimize kopya vermek yerine birbirimizin eksikliklerini tamamlayarak, birbirimizin yaralarını sararak insanız. Canımız yansa ve ıstırap çeksek canlı olduğumuzu anlarız. Oysa kendimizden başkasının canı acıdığında ve ıstırap çektiğini hissettiğimizde de biz insanız. Birbirimize sarılamadıktan sonra, ne sınırların, ne ırkın, ne inancın, zenginliğin, fakirliğin, şöhretin makamın, paranın pulun, ne de başka değerlerin değer olarak bir hükmü kalmamıştır. Sadece dünya kocaman bir hastane ve içinde acıyla kıvranan ve can cekişen canlar var. Bir de can çekişenlerin acısını yüreğinde hisseden insanlar var. Artık insan sağlığı bir diğerimize bağlı. Sen varsan ben de varım. Siz varsanız, bütün insanlık olarak biz de varız. Velhasıl bir de inanç, ümit ve hakikate olan sadakatimiz var; vesselam.
REKLAMLARIN DİLİ
Yaşadığımız olağanüstü günler nedeniyle televizyon reklamlarındaki dil ile birlikte ürünün hedef kitlesine yönelik mesajlarda da değişikliklere gidildi. Ancak bazı reklamların “bu kötü günler de geçecek” diye cümleye başlamaları rahatsızlık verici. Yaşadığımız bu günleri kötü diye nitelemek reklamda olmaması gereken bir tarzdır. Duymak istediğimiz kelimenin bu olduğunu düşünmüyorum. Daha çok umut çağrıştıran, huzura davet eden, kaynaşmayı önceleyen kelimelerle cümleler oluşturmalıyız. Kötü hissetmeyen birine günde kırk kere sen kötü günler yaşıyorsun dediğinizde bir an o kişinin aklına girme ihtimalini düşünmeliyiz. Mutlaka her zorlukla beraber bir kolaylık vardır ayetinde olduğu gibi birbirimize sabrı tavsiye etmeliyiz. Bu bir sorumluluktur. Reklamcılıkta da iletişim dilini kullanırken olumlu taraftan bakmak markaya da olumlu imaj katacaktır.
BOMBOŞ SOKAKLAR
Şimdi bomboş sokaklar. Bir rüzgâr fısıldar özgürlüğü kulaklarıma pencere arasından. Baharın kokularını getirir eteklerime. Bir çocuk gibi kaçarım bisikletimle sokak aralarından. Annem, akşama babama haylazlığımı söyleyecek diye korkarken. Olsun yine de kor kor yanarken içimdeki heyecan, köşedeki oyuncakçı dükkanından çıkarken o adam, kızına almış yine en güzelinden bir oyuncak. Yüzüm kızarır mahcup elindeki oyuncağa bakarım. Belki bir gün belki, benimde olur mu bir oyuncağım? Babam alır mı bana aynısının mavisinden? Gökyüzü renginden umutlar takarım uçurtmaların fırfırlarına her gece odamdan. Bazen ay ışığını tutar, gülümser gibi zannederken, gök yarılır ve ben büyürüm. Başım uzanır artık binalara kadar. Özgürlük bomboş sokaklarda bir çocuk gibi dolaşırken aklıma gelir tüm bunlar. Çocukluk özgürlük ve umutmuş. Şimdi ise tutsak olduk düşüncelerimize, yarınlarımıza. Hatta çok bildiğimiz zannettiklerimize. Bomboş sokaklar bana daha neler fısıldar bir bilseniz dostlar.
MUTFAKTAYIZ
Mahalle fırınımız bu karantina günleri sürecinde ekmek satışlarının düştüğünü söyledi. Nedenini de sorunca artık çok insan ekmeğini evde yapıyor dedi. Hijyen konusunda insanlar titizlendiği için genellikle ya paketli ekmek alıyorlar ya da fark ettiğimiz gibi evde ekmeklerini kendileri yapıyorlar. Ben henüz o aşamaya gelemedim. Ama inşallah bu günler sona ermeden bir ona da el atacağım. Ancak sadece ekmek yapımı değil birçok şeyi de aslında kendimiz evde yapabileceğimizi keşfettik. Mesela bir komşumuz geçen akşam kapıyı çaldı ve elinde bir tabak kıymalı pide getirdi. Önce şaşırdım tabii. Ancak yediğim en nefis pideydi. Dışarıda böyle bir pide yiyemezsiniz. Bu arada pideyi yapan da evin erkeğiydi. Çünkü adamcağız evde durmaktan mutfağa sarmış. Evin hanımı da eşini mutfaktan bir türlü çıkaramadığını söylüyordu. Olsun ne güzel işte! Herkes bu günlerde hünerlerini de gösteriyor.
ARTI – EKSİ
Artı:
Sağlık çalışanlarına kurabiye
İstanbul Anadolu yakasında yaşayan on iki kişilik bir hanım grubu sabah evlerinde hazırladıkları tatlı tuzlu sıcacık taze kurabiyeler yapıp bunları hastanelere sağlık çalışanlarımıza gönderiyorlar. Bir sivil toplum kurumunun öncülüğünde karınca kararınca hizmet eden ve karantina günlerinde sağlık görevlilerimizin yanında olduklarını anlatmanın en güzel şekli bu olsa gerek. Milletimizin güzel hasletlerinden biri olan yardımlaşma duygusunun diğergamlıktan geldiğini biliyoruz. Bu ve bunun gibi haberleri duydukça umutlarımız katlanıyor. Ellerinize sağlık güzel yürekli hanımlar diyoruz.
Eksi:
Yazık oldu
Geçtiğimiz hafta gece yarısına iki, üç saat kala hafta sonu için sokağa çıkma yasağı ilan edilir edilmez daha haberlerin sonunu dinlemeden milletin fırınlara, marketlere, tekel bayilerine hücum etmesi ve buna da millet aç mı kalsın denilmesi nankörlüğün zirvesiydi. Her Türk evinde biraz un, mercimek, fasulye, bulgur, pirinç, makarna gibi gıdalar zaten vardır ve çoğu da stoklandı zaten. Ayrıca o kalabalıkları yaratarak sosyal mesafe kurallarına uymadan uzun kuyruklar oluşturanlar virüs kapıp dağıtacaklar böylelikle de kul hakkına da girmiş olacaklar ne yazık ki. Fakir, fukaraya da zaten vefa grubu her gün yardım kolisi dağıtıyor. Temel ihtiyaçlarla ilgili sektörlerin açık kalacağı belli olan bir yasakta daha dinlemeden arsızlık edilmesi üstüne üstelik birde fırsatçı vatan hainleri ve dışarıdaki işbirlikçileri ile birlikte Bild dergisinin web sayfasına haber olmamız içimi acıtan ve yazık dedirten görüntüler oldu.
VAKIF GUREBA HASTANESİ VE TİFO
Gureba hastanesi 1845 yılında Sultan Abdülmecit'in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan tarafından kurulmuş ve ilgili vakıfname ile "Bezm-i Âlem Gureba-i Müslimin Hastanesi'' ismiyle Müslüman fakirlere tahsis edilerek vakfedilmiştir. Basiret gazetesindeki şehir mektupları yazarı olarak bilinen Basiretçi Ali Efendi, gazetede 1875 yılında kaleme aldığı bir yazısında hastaneden ve Valide Sultan hanımdan övgülerle bahsetmiştir. O tarihlerde tifo hastalığının sık görüldüğü döneme denk gelmesiyle hastanedeki hizmetin intizam ve nezafetinden bahseden gazeteci Ali Efendi hastanenin önemi üzerine uzun cümleler kurmuştur. Bezm-i Valide Sultanın bu hizmeti ile fakir ve düşkün, kimsesizlerin vücudunda illeti olanların bir lokma ekmeğe bir kaşık çorbaya muhtaç oldukları halde han köşelerinde mahalle aralarında viranelerde ettikleri ahların tesirleri ile bu biçarelerin ıstırabını defederek hayır dualar celb edilmektedir diye yazmaktadır. Bunun yanında da o dönemde bu tifo salgını nedeniyle köprü vapurlarının çok kalabalık olmasından yakınılıyor. Bu kalabalığın hastalığı yaymasından korkulduğu anlaşılan o dönemde İskelede bekleyenlerin hava alması gerektiğini havasızlıktan hastalığın yayılacağı endişesiyle Basiretçi Ali efendi yazısının sonunda “Yemiş İskelesinde bir iki pencere açılıp halk zulümden kurtarılmalıdır” diyor. Bir yandan da vapurların çoğaltılıp hem kaptanların hem de halk için zararlı olan bu kalabalığın rahatlatılmasını söylüyor. Tarihten bir anekdotla salgın hastalık dönemlerinin hemen hemen aynı dert ve sıkıntılarla benzer şeyler yaşandığını görüyoruz. Bu vesile ile de Bezmi Valide Sultan Hanım’a sadece bu hastane için değil yaptırdığı sayısız imaretleri için Allah’tan amel defterine sürekli sevap yazılan kullarından eylemesi niyazıyla ;
"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl
Zuhurundan Bezmiâlem oldu vâsıl".