Diyeceğim o ki, devir "ne kadar ekmek o kadar köfte" devri. Yâni nitelik değil, nicelik ön plânda.
Reklam çağında yaşıyoruz. “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyip gündeme gelmek için ahlakdışı yöntemler ve malzemeler bile kullanılıyor. Hele sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte “beğeni” “izlenme”, “retweet” “paylaşım” gibi nitel hedeflere öncelik veriliyor. O kadar ki, bilgisayar programı ile üretilen “sahte hesaplar” ile abonelikler satın alınıyor, izleyici sayıları şişiriliyor. Ne kadar reklam o kadar beğeni ve abone anlayışı gittikçe daha da güçleniyor.
Gazino kültürünün canlı olduğu dönemlerde, gazino patronları assolistlerle, “kaç masası var?” diyerek pazarlık yapardı. Özel televizyonların kurulmasıyla birlikte bu durum, “reyting” savaşına döndü. Şimdi ise bir milyondan az tâkipçisi olan ünlüler hor görülüyor. Bunun için sosyal medya yöneticileri, yüksek fiyatlarla danışmanlık hizmeti(!) veriyor.
Diyeceğim o ki, devir “ne kadar ekmek o kadar köfte” devri. Yâni nitelik değil, nicelik ön plânda. Hatta nicelik gözden iyice kayboldu. Eskilerin tâbiriyle “keyfiyet değil kemmiyet” önemli oldu. Nicelik yâni sayısal çokluk önemli oldu ama değerli olduğunu kimse iddia edemez.
İşleri güçleri rol kesmek
Bu nicelik şartlarından “dinî görünümlü” gruplar da nasiplerini alıyorlar. Hatta bu durumun daha da alevlenmesi için ateşe odun atıyorlar. Bu yazı dizisinin daha önceki maddelerinde de belirttiğim gibi, her türlü dış görünüşe önem verdikleri için, öncelikleri “seyirci sayısı”nın fazla olması. Sâdece bu bile “rol” yaptıklarını ve samimi olmadıklarını anlamak için yeterli oluyor. Gerçek hayatta öyle olmamalarına rağmen, iyi “rol” yaptıkları için seyircileri de çok oluyor.
Sohbetler “kapalı gişe”
Tiyatro ve görsel sanatlar, ticârî bir konudur ve seyirciye ihtiyaç duyarlar. Bir oyunun iyi olması ve sevilmesinin en büyük göstergesi “kapalı gişe” olmasıdır. Yâni oyundan biraz önce gidince bilet bulmanız söz konusu değildir. Tiyatro boş koltuklara oynanmaz. Ama aynı mantık “dinî görünümlü” grupların faaliyetlerinde de uygulanmaya başlıyorsa, bunun net açıklaması “işin ticârete dökülmesi”dir.
Değil dinî eğitimde, seküler eğitimde bile nicelik değil, nitelik ön plânda olmalıdır. Aksi olsaydı, dünyânın önde gelen eğitim kurumları mevcut öğrenci sayısını üç-beş kat arttırabilirdi. Ama bunu yaptıklarında, kaliteden ödün vermiş olurlardı ve nitelikleri kısa sürede düşerdi. Dinî ve mânevî eğitimin ön plânda olduğu çevrelerde bu denge daha çabuk bozulur ve düzeltilmesi çok zordur. Ama maalesef bu kadar açık bir gerçek, göz ardı edilmekte ve “sohbet” hatta “ders” demeye çekinmedikleri toplantılarında ilk beklentileri, toplantıya katılanların çokluğu olmaktadır. Gelenlerin oturacak yer bulamayıp, ayakta dinlemesi bir reklam malzemesi yapılmaktadır.
Kişilik değil, kimlik ön plânda
Bu gibi gruplarda tâkipçilerin sayısına önem veriliyorsa, bu, moda tabirle "reyting merâkı" demektir. Niteliğe değil, niceliğe ve çokluğa önem verilen ortamlarda, bireyin kişiliği örtülür. Onun yerine, grup kimliği öne çıkarılır ve bu kimliği benimseyenlerin çokluğu vurgulanır. Çokluk ile doğruluk arasında düz mantık kurulur. Bu kadar çok insanın yanlış yapmayacağı, yanlış yolda olamayacağı söylemi işlenir. Örtülen kişilik zamanla kaybolur ve kişi kendini grup kimliği ile tanımlayaya başlar. “Enâniyet kötüdür” denir, ama “ego” yerine “şahsiyet” yok edilir. “Ben” yerine “biz” diye konuşulur. Ama o “biz” denilen kişi, bu kalabalıktan menfaat eden tekil kişidir.
Ego ve benliğin değil de şahsiyet ve kişiliğin yok edilmesiyle, sosyal bir hipnoz oluşturulur. Sürü psikoloji hâkim olur. Askerî ortamda kullanılması uygun olan “emir-komuta” anlayışı, grup içinde “birlik” ve “yek vücut” olma diye uygulanır. Ama askerde bile “kanunsuz emir”, itaate gerektirmezken, şahsiyetini kaybeden bireyler, düşünmekten imtina eder hâle gelirler. Bu durum kısa zamanda, Kur’ân-ı Kerim’de en çok tekrarlanan emir olan "akletmek" fiilinin uygulanmaması ve bireyin kişiliksizleştirilmesi sonucunu doğurur. Bu hâle gelen bireyler, çobanın kavalına göre güdülen koyunlardan bile daha kötü duruma gelir. Maddî ve mânevî tüm varlıklarını fedâ etmeyi mârifet zannederler. Bunu destekleyici uydurma menkıbeler ise zâten hazırdır. Zaman zaman anlatılıp kulakta yer etmesi sağlanan bu menkıbeler, hipnoz durumunun devam etmesini sağlar.
İmânını kaybedenler
Bütün bu süreç, kişiyi hiç de rahatsız etmeyen bir şekilde gelişir. İçine düştüğü suyun yavaş yavaş ısınmasını hissetmeyip kas reflekslerini kaybeden kurbağa gibi, bir süre sonra “tam teslimiyet” hâli vukû bulur. Kişi, bunu “egodan kurtulma” zannedebilir. Ama aslında olan, elini verip kolunu kaptırmaktır. Bu akıl tutulması içindeki kişi, her hangi bir dost uyarısını veya telkinini, tehdit ve şeytanın evhamı olarak görebilir. Şansı varsa, cezâî müeyyide gerektiren bir suç işlemeden ama büyük bir travma geçirerek kurtulabilir. Bu süreçte imânını kaybeden birçok kişiyi görmüş biri olarak rahatlıkla iddia edebilirim ki, birçok durumda mal-mülk bir tarafa, âile saadetini, meslekî kariyerini kaybedenlerin sayısı da hiç de az değildir. Şok geçirerek gerçeği görebilenlerin kendini şanslı hissettiği bu gibi gruplara karşı önce ve uzun süre şüphe ile yaklaşmanın hiçbir zarârı yoktur. Zâten samimiyet varsa, bu şüphe süreci bir şekilde güvene dönüşecektir.