Türklerin İslâm yorumu "72 millete bir nazarla bakan", insana "doğayla, Tanrıyla ve diğer insanlarla barışık bir hayatı" öğreten, şehvet, şöhret ve servet hırsını değil, aşkı, dayanışmayı ve paylaşmayı önceleyen bir bakışla bu alp erenler tarafından yoğrulmuştur.

Son bir haftadır Türkiye bir pedofili, çocuk istismarı vakasıyla çalkalanıyor. Konunun ayrıntıları hakkında çok yazıldı: 24 yaşında bir kız Türkiye’nin en muhafazakâr cemaatlerinden birinde şeyh olan babası tarafından 6 yaşında iken 29 yaşında bir adamla evlendirildiğini söyleyerek ailesi ve cemaat hakkında şikayetçi oldu. Mesele yargıya intikal etti. İşin vahameti o kadar büyük ki; 6 yaşında bir kızla evlenen adama mı kızacaksınız, onu kendi elleriyle evlendiren Şeyh babasına mı yoksa meseleyi ört bas etmeye çalışan cemaat mensuplarına mı? Dünyanın neresinde ve hangi zamanda olursa olsun bu tür bir sapkınlığı kabul edebilecek bir insan yoktur. Ben bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Arzu eden medyada yeterince yorum bulacaktır. Benim bu yazıda bahsetmek istediğim tarikat ve cemaatlerin nasıl bu hale geldiği… Acaba başlangıçtan itibaren mi bu haldelerdi, yoksa zaman içinde mi bu amorf yapıya dönüştüler? Hangi iktisadi ve sosyolojik etkenler bu süreçte etkindi? Haydi başlayalım…

TASAVVUF VE TARİKATLAR

Türkler bazı yazarların yazdığı gibi kılıç zoruyla değil içinde Ehl-i Beyt İmamlarının da bulunduğu tasavvuf büyükleri tarafından İslam’la müşerref olmuştur. Bugün bazı kesimlerin “Hocaefendi” diye hitap ettiği kişiler bundan 10 sene sonra hatırlanmayacaktır ama Türk tarihindeki Ahmet Yesevi, Kutbeddin Hayder, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektaş-ı Velî, Âhi Evran-ı Velî, Abdal Musa Sultan, Taptuk Emre, Sarı Saltuk Baba, Aziz Mahmud Hüdâi gibi büyük erenler 1000 sene sonra da, 2000 sene sonra da hatırlanacaklardır. Türklerin İslâm yorumu “72 millete bir nazarla bakan”, insana “doğayla, Tanrıyla ve diğer insanlarla barışık bir hayatı” öğreten, şehvet, şöhret ve servet hırsını değil, aşkı, dayanışmayı ve paylaşmayı önceleyen bir bakışla bu alp erenler tarafından yoğrulmuştur. Tasavvuf her kişinin kendi kişilik özellikleri ve yaşam tarzına uyumlu bir kişisel gelişim yoludur. Amacı da ilâhi hâkikate ulaşmış, çevresinde örnek gösterilebilecek olgun insan – insân-ı kâmil üretmektir. İnsanlar çok farklı toplumsal düzlemlerde yaşadığı ve farklılaşmış bireysel tercihlere sahip oldukları için bu ana amaca ulaşacak farklı tarikatlar kurulmuştur. Tasavvufa merak duyan herkes kendi sosyal statüsü ve tercihlerine uygun olan tarikatı benimserdi.

Tasavvufta hangi ekolden olursa olsun ortak ilkelerin başta geleni insanın kendi içine dönüp kendini (zaaflarını, hırslarını, erdemlerini ve potansiyelini) tanımasıdır. Bunu da Peygamber Efendimizin bir hadisine dayandırırlar: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” İnsan kendi iç yolculuğunda güçlü ve zayıf yönlerini tanıdıkça, dünyevi kirlilikle yani “masivayla” oluşmuş eksikliklerini düzeltme yoluna girer. Masivayla kastedilen aslında insanı bu dünyanın geçici heveslerine bağlayıp insanın erdemlerinden uzaklaştıran üç temel kavramdır: şehvet, şöhret ve servet. Bu anlamda tarikatlar insanların ahlaksız cinsel sapkınlıklarından arındırıldığı, makam ve mevki hırsının ortadan kaldırıldığı ve para ve servet hırsından azat edildiği kurumlar olarak kurulmuştur. Yazının başında verdiğim örnek hiç de bu anlattığım özellikleri içeren kurumda yaşanabilecek bir olay değildir. Adamlar Şeyh olur, müritleri onları gayb ilmine (Allah’ın gizli bilgilerine) sahip, Peygamberin vekili, sözü sorgulanamaz liderler olarak görürler! Bundan alâ şöhret mi olur? Adamlar tam ataerkil bir anlayışla kadınları kuluçka makinesi, potansiyel cariyeler olarak görürler! Fırsat bulurlarsa harem de kurarlar! Bundan alâ şehvet mi olur? Adamlar vakıf adı altında kayıt dışı ticaret ve din tüccarlığı ile saf müritlerin paralarının ve emeklerinin kâra dönüştürüldüğü holdingler sahibi olur. Bundan alâ servet mi olur? Görünen odur ki, Abdalân-ı Rûm dediğimiz, Türk - Osmanlı medeniyetinin ruh temellerini kuran Anadolu Erenlerinin tasavvuf ve tarikattan anladığı ile bugünkü nev-zuhur Hacivat Çelebilerin anladığı birbirinin 180 derece zıddıdır. Nasıl bu yozlaşma gerçekleşti? Anlatmaya çalışayım…

HAKİKAT Mİ HASILAT MI?

Dini kurumların ürettiği dini yorumlar dinin temel hükümlerinin değil içinde bulundukları toplumun üretim yapısı ve toplumsal örgütlenmesinin sonucudur. Osmanlı ekonomik ve toplumsal düzeninin

kendini yenileyememesi ve yaşam gücünü zaman içinde kaybetmesinin sonucunda Anadolu’nun bir zaman zengin ve mamur olan şehirleri birer küçük kasabaya dönüşmüştü. Osmanlı toplumu kozmopolit şehir toplumundan kapalı kasaba toplumuna yüzyıllar içinde dönüşmüştü. Bunun sonucu da Osmanlı’nın son yüzyılında İstanbul ve Rumeli’ndeki bir azınlık münevver haricinde Türk toplumunun çoğunluğu küçük kasaba tutuculuğunun içine hapsoldu. Kasaba hayatının ataerkil ve baskıcı yapısı, kasabanın geçimlik ekonomisi ile birleşti. Kasaba ekonomisinin dayattığı tüketim kalıpları da “dinin değişmez hükmü” olarak algılanmaya başladı. Bu anlamda bahsettiğimiz kasaba tutuculuğunu Türklerin kapsayıcı, dayanışma ve paylaşımcı, sevgiyi ve birbirine saygıyı temel alan İslam anlayışı yerine dışlayıcı, birikimci ve fırsatçı, korkuyu ve kendine benzemeyeni reddetmeyi temel alan bir İslam anlayışı daha iyi temsil etmekteydi. Küçük kasaba tutuculuğundan ve kapalı toplumun din anlayışından kastım budur. Bu anlayışın mottosu “hakikat – İlâhi gerçek” değil “hasılattır”: “Ne yaparsam daha çok sevap alırım?” “Cennet’e gitmek için ne kadar sevap hasılatım olması gerekir?” “Etrafta tanınan, itibarlı bir adam olmak için ne kadar mal sahibi olmalıyım?” “Makam ve mevki elde etmek için ne yapmalıyım?” “Nasıl daha zengin olurum?” “Ne kadar kadına sahip olmalıyım, ne kadar çocuğum olmalı?” Bu ve benzeri sorular kasaba insanının tutuculuğunun sevap, itibar, mal, kadın ve çocuk hasılatı üzerine kurulduğunu betimler. Aslında bu hakikatten kopup masivaya (yalan dünyaya) yönelmek anlamına gelir.

KAPİTALİST BİRİKİM VE TARİKATTAN CEMAATE DÖNÜŞÜM

Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye’nin en temel problemi sanayileşme ve şehirleşme idi. Bu yolda hızlı bir dönüşüm sergilendi. 1923’te toplumun yüzde 90’ının üzerinde nüfusu köylerde yaşamaktayken bugün bu oran yüzde 10’un altına inmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda İstanbul ve kısmen İzmir dışında şehir denebilecek bir yerleşim yoktu ve şehir diyebileceklerimiz orta boy kasabalardan ibaretti. Söylemeye gerek yok hiç birinde sanayi ekonomisi ve onun altyapısı kurulmamıştı. Bugün nüfusu bir milyonun üzerinde onlarca büyükşehir vardır ve en büyüğü İstanbul dünyanın en büyük metropollerinden birisidir. Avrupa’da 300 sene içinde (1600’den – 1900’e) gerçekleşen bu dönüşümü biz üç kat daha hızla (1923’ten 2023’e) gerçekleştirdik. Bunun bedeli ise dengesiz ve orantısız sanayileşme ile çarpık şehirlileşmedir. Haliyle kasabalardan kentlere, özellikle 1960’tan sonra, hızlanan bir iç göç dalgası ile beraber kasabanın kapalı kültürü ve tutuculuğunu büyük şehirde korumak ve yaşatmak isteyen kitlelerin şehirleri doldurduğunu gözlemledik. Şehrin hayatına yabancı ve sanayi ile hizmetler sektörünün ihtiyaç donanımdan uzak bu kitleler kendilerini bireysel beceri ve üretimleri ile değil mensup oldukları cemaatler ile tanımlamaya başladılar. Büyük şehrin varoşlarında oluşan gettolarda her biri bir cemaatin koruyucu şemsiyesi altında yaşamaya başladılar. Cemaat iki şey vaat ediyordu: Birincisi kasabadaki yaşam tarzını (ki bu yaşam tarzı tarım ve ilkel ticaret toplumunun ihtiyaç duyduğu yaşam tarzıydı) büyük şehirde korumak ve yaşatmak, ikincisi de bu insanlara belli bir kazanç ve hayat güvencesi sağlamak. Cemaatler bunun karşılığında ise üç şey istiyordu: Birincisi ucuz iş gücü veya parasal bağışlar yoluyla maddi destek, ikincisi cemaatin koyduğu iç kurallara ve temsil ettiği otoriteye sorgusuz bağlılık ve üçüncüsü de cemaatin iş birliği içinde olduğu siyasi örgütlere destek. Böylece insanlar kapitalist şehir hayatı ve ekonomisinin etkilerinden yalıtılmış bir şekilde eski tutucu hayatlarını devam ettirirken şehir toplumuna ve onun kurallarına bağımlı olmadan hayatlarını kazanabilmekteydiler. Bunun karşılığında zengin olanlar parasal destek, fakir olanlarsa ucuz iş gücüyle bir cemaat ekonomisinin (bir nevi paralel ekonominin) kurulmasına katkı sundular. Cemaatler bu güçlerini siyasi yapılarla (ki çoğu sağ partilerdi, DMD) pazarlık için kullandılar. Bu ilişkiler ağında kazanan belliydi: Cemaatin yönetici eliti yüksek kârlar ve servet birikimi ile siyasi güç elde ederken, siyasi partiler de desteği garantilenmiş seçmen kitlelerine ulaşıyordu. Pekiyi kaybeden kimdi: Her şeyden önce din kaybetti. Artık sıradan ve eğitimsiz mürit için Allah ve Peygamber otoritesinin yerini Şeyh ve cemaat otoritesi almaktaydı. Dinin temel hükümleri yerini tarım ekonomisinin gelenek ve töreleri aldı. İnsanlar hakikat yerine hasılata yöneldiler. İkinci kaybeden ise kadınlar ve gençler oldu. Ataerkil aile yapısı yetmezmiş gibi, bir üst oluşum olarak cemaat gettosunun kuralları ve sömürüsüne karşı savunmasız kaldılar. Son olarak bir bütün olarak millet kaybetti. Bölgesel, etnik ve cemaatlere bağlı gettolara bölünmüş bir toplumun millet olamayacağı aşikârdır.

Cumartesi devam edeceğim.