Mihrâbımda küllerle örtülmüş kor ateş geçen Cuma, ezanlarla, tekbirlerle yeniden alevlendi. Minberimde hutbe okunurken gördüğüm kılıç, bana Fetih günü kapımdan girip şükür secdesine kapanan Fatihim'i hatırlattı.
Merhaba ey ümmet-i Muhammed'in güzel insanları.
Geçen Cuma günü öğle vaktinde minârelerimden okunan ezanla uzun bir uykudan uyandım. Son günlerde içimdeki tatlı telâşın, kıpırtının sebebi buymuş demek.
Benim de uykum her mescid ve câmi gibi yatsıdan kuşluk vaktine kadardır, diye biliyordum; ama bu uyku epey uzun sürmüş. Ashab-ı Kehf gibi uykumun uzunluğunun farkına varmam için, halılarımın değiştiğini fark etmem gerekti. Gözlerimi kapattığımda bu halılar yoktu.
İçimdeki kıpırtı ve telaşa olan şaşkınlığım, dışarıdakı kalabalığı görene kadar geçmedi. Bana gelen yollar önce adım adım, sonra da secde secde doldu. Güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde artık siz kutlu misâfirlerimi tek tek seçebiliyordum. Hepiniz âdeta bayramda ninesinin elini öpmeye giden çocuklar gibi heyecanlıydınız.
Geldiniz; eteklerimi serer gibi serdiğim yollardan, caddelerden, sokaklardan bana ulaştınız. Ulaşamayanlar kubbemi görmekle yetindi. Kubbemi göremeyenler dört minâremden birinin alemini görmeye râzı oldu.
Mihrâbımda küllerle örtülmüş kor ateş geçen Cuma, ezanlarla, tekbirlerle yeniden alevlendi. Minberimde hutbe okunurken gördüğüm kılıç, bana Fetih günü kapımdan girip şükür secdesine kapanan Fatihim'i hatırlattı.
Varsın beni küllere gömmek isteyenler ve güzelliğimi görmekten rahatsız olanlar, halılarımın rengini dillerine dolasınlar. O halıların bir ilmiği kadar ehemmiyeti yoktur onların. Bana müzeyken bile gelmeyenler, şimdi gelip ne anlayabilirler ki!
Heyecanlısınız biliyorum
Heyecânınız size hata yaptırmasın. Bana nasıl saygı göstereceğinizi ecdadınız Osmanlı’dan öğrenin. Bir sütunuma resmedilen ve Hz. İsa’nın tahtını koruduğuna inanılan altı kollu melek, Serafim kendini bile koruyamazken, beni yıkılmaktan ecdâdınız korudu.
Ecdânınız, bana olan saygısından dolayı İstanbul’da benim kubbemden daha büyük kubbeli bir câmi yapmadı. Kardeşlerim, yeğenlerim, evlatlarım ve torunlarım olan Süleymâniye, Sultanahmet arasında bana hep öncelik verildi. Osmanlı hânedanından onlarcası bahçemdeki türbelerde yatmaktadır. Bu ev sâhipliğinde de sayıca benim önüme geçen yoktur.
Şunu iyi bilin ey güzel cemaatim, diyorlar ki, “Ayasofya, müze olarak kalmalıdır, çünkü dünya kültür mirâsıdır”. Bunu diyenler, aslında İslâm’ın ve Müslümanlığın varlığını kabul etmemekte ve dünya kültüründe İslâm’ın olmadığını söylemektedir.
Sultan II. Mehmet, şehri kuşattığı zaman Doğu Roma İmparatoru, Vatikan’dan yardım istediğinde, Papa, İmparatorun Ortodoksluğu bırakıp Katolik olmasını istemişti. Şimdi ise benim yeniden câmi olarak açılmama üzülen Papa Benedict, benim adımı söylerken bile aynı terbiyesizliği yapıyor. Adımı “Aya Sofya” olarak değil “Santa Sofia” olarak söylüyor. “Santa Sofia” benim adımın Katolikçesidir.
Beni tehdit malzemesi yaptılar
Beni aslî hüviyetime çevirmek isteyenler çok oldu. Birçoğu bugünleri göremeden gözleri açık gittiler. Onların her teşebbüsünde benim üzerimde hiçbir hakkı olmayan Atina’dakiler, Türkiye’yi tehdit ettiler. Eğer yeniden câmiye çevrilirsem, Mustafa Kemâl Atatürk hakkında “gizli” bilgileri açıklamakla korkuttular. Neymiş o “gizli” dedikleri bilgiler, merak ediyorum doğrusu. Boş atıp dolu tutmak istedikleri belli oldu. Ama bu milletle sabrına karşı oyun oynanmayacağını bir daha gördüler.
Bu ikinci uykumdu
24 Temmuz 2020 târihinde uyandığım uyku, ilk değildi. Hatta daha önceki, uyku değil, ölüm döşeğiydi âdeta. “Kudüs’ü kurtarmak” bahânesiyle 1204 yılında şehri işgâl eden Enrico Dandolo komutasındakiler, bana zulmedip beni âdeta kalbimden bıçakladılar. O zamâna kadar âyinler yapılan, Allah’ın adı anılan kubbemin altında ahlaksız eğlenceler düzenlediler, şehrin kadınlarının iffetini kirlettiler. Bunları göreceğime keşke yerle bir olsaydım, diye düşündüm. Şehir benimle birlikte talan edildi. Onlar, komutanları Enrico Dandolo’nun cesedini benim toprağıma gömüp gittiler. Ama ben bu ölüm döşeğinden ancak 29 Mayıs 1453’te kalkabildim.
Surlardan giren Osmanlı ordusundan korkan mâsum halk, benim kubbemin altına sığındı. Şehrin fâtihi, Sultan II. Mehmet kapımdan girdiğimde onların korktuğunu yapmadı ve onlara emniyet sözü verdi.
Vakfımı yaşatın
1934’te başlayan uykumda, Fâtih Sultan Mehmet’in vakıf lânetinin ağırlığını her köşemde, her penceremde, her kapımda cehennem ateşi gibi hissettim. Bu ağırlık, okunmayan her vakit ezanında daha da çoğaldı.
Vakfım ve ben artık size emânetiz. Bu emâneti hem maddî hem de mânevî olarak korumak için Sultan II. Mehmet’i “Fâtih” yapan imânı ve felsefeyi iyi anlamanız ve idrak etmeniz gerekir. Osmanlı’nın sâdece bedenini değil, ruhûnu da örnek almalısınız.
Fâtih Sultan Mehmet’in hem yüreğine hem de bileğine ve kılıca güvenmesinin ne demek olduğunu iyi bellemelisiniz. Boş kahramanlık naraları atarak peynir-ekmek gemisinin yürümeceğini bilin. Sultan II. Mehmet, kendisinden önce fetih müjdesine nâil olmak için surlarıma kadar gelenlerden farklı ve fazla olarak ne yapmıştı, bunu öğrenin.
Her şey yeni başlıyor
Fâtih Sultan Mehmet’in vakfiyesini yerine getirmenin ilk adımı, beni yeniden câmi olarak açmaktı. Ama her şey yeni başlıyor. 29 Mayıs 1452 günü benim kubbemden düşen haç, o kadar çok ses çıkarmıştı ki, Katolik Avrupa, yüzlerce yıllık uykusundan uyanmıştı. Onlar daha sonra hiç uyumadılar. Önce 1884’te benim “dünyânın merkezi” olma sıfatımı Greenwich’e taşıdılar. Sonra 1934’te mihrâbımı kararttılar, minberimi susturdular. Onların uyandıktan sonra yaptıklarını düşündüğünüzde, hiç uyumazken neler yapacaklarını iyi hesap edin. Benim vakfımın gerçek hayâtiyeti bu hesapla mümkün olacaktır.
Bir şiir istiyorum
Son olarak sizden bir ricam var. Ecdâdınız, İstanbul’daki câmiler arasında beni hep birinci sıraya koydu. Ama ben, yine de Süleymâniye’yi biraz kıskanırım. “Gökkubbe şâirimiz” Yahya Kemâl Beyatlı, Süleymâniye Câmii için, “Süleymâniye’de Bayram Sabahı” şiirini yazmıştır. Seksen altı mısrâdan oluşan bu şiir ile benim seksen altı yıl sonra yeniden açılmış olmam, sizin içinizde bir ilham çerâğı uyandırır mı acaba?
Benim kubbemin altında durup başınızı yukarı kaldırdığınızda gördüğünüz Nur Sûresi (âyet 35 – Allah, yerlerin ve göklerin nurudur) berâberinde size hangi kafiyeli sözleri getirir acaba?
Nihad Sâmi Banarlı’nın kökü Oğuz Destânı’na dayanan şu sözü yüreğinizdeki kelimeleri haerekete geçirir inşallah:
“Yurdumuzu öylesine genişletelim ki onun üzerinde kurulacak çadır, ancak gök kubbesi olsun.”
Yahya Kemâl Beyatlı, Süleymâniye’de Bayram Sabahı” şiirini yazdığında, ben uyutulmuştum. O büyük şâir, ilhâmını benden alma fırsatından yoksundu. Ama sizin bu fırsatınız ve imkânınız var. Ayrıca bu imkân, sizin benim vakfımı yaşatmadaki görev ve mesuliyetlerinizden biridir.
“Şâirler Sultanı” olarak bildiğiniz Necip Fâzıl Kısakürek, benim yeniden câmi olarak açılacağıma iman etmişti. Şimdi sıra, onun şiirlerini okuyan, onun fikirleriyle büyüyen, hayâtının ritmini onun kafiyeleriyle düzenleyenler gençlerdedir. Ben bu gençliği Cuma günü bana gelen caddelerde, sokaklarda gördüm.
Şunu bil ki kıymetli cemaatim, ben Ayasofya olarak Mekke’ye inen nur ile tutuşan ateşin en parlak ateşiyim. Yahya Kemâl’in mûsıkimiz için söylediği söz ile size bir ilhâm vererek sözümü bitireyim:
Pek çok kimse anlamaz Ayasofya’dan
Ve ondan anlamayan anlamaz imânımızdan.