Atatürk'ün ebediyete intikalinin 85'inci yıldönümü… Atatürk ismi gibi bu milletin ve Cumhuriyet'in babasıdır. 85 yıl sonra bile daha dünmüş gibi onu anmamızın bir sebebi de milletçe hepimizin babası olan Atatürk'e bitmeyen sevgimizdir. Onu rahmet ve minnetle anıyoruz.

Dün 10 Kasım’dı. Atatürk’ün ebediyete intikalinin 85’inci yıldönümü… Atatürk ismi gibi bu milletin ve Cumhuriyet’in babasıdır. 85 yıl sonra bile daha dünmüş gibi onu anmamızın bir sebebi de milletçe hepimizin babası olan Atatürk’e bitmeyen sevgimizdir. Onu rahmet ve minnetle anıyoruz.

İşlerimin yoğunluğu nedeniyle geçen hafta yazamadım. Cumhuriyet’in yüz yılda neler başardığını iki yazıyla anlatmıştım. Bugün Cumhuriyet’in yüzyılı boyunca neleri başaramadığımızı anlatacağım. Bunu da Gazi Paşamızın bakışıyla yorumlamaya çalışacağım. Ama öncelikle belirtmem gereken önemli bir nokta var: Ekim ayı boyunca Cumhuriyetin başarısı ve başarısızlıkları tartışılmadı. Sadece Atatürk döneminde başarılanlar menkıbevi bir üslûpla anlatıldı. Atatürk sanki bir evliya imiş gibi onun yaşam öyküsü etrafında modern kasideler yazıldı. Halbuki Cumhuriyet sadece Atatürk’ü ve onun dönemini değil, İnönü, Bayar ve Menderes, Demirel ve Ecevit, Özal, Yılmaz, Çiller ve Erbakan ve tabii ki Erdoğan dönemlerini de içermektedir. Kaldı ki, artık 1920’ler, 1930’lar dünyasından çok farklı bir dünyadayız. Dünya değişmiş ve Türk milleti de değişmiştir. O yüzden, ben, karınca kararınca bütün bir Cumhuriyet döneminin muhasebesini çıkarmaya çalışacağım. Bunları anlatırken Türkiye’nin konjonktürel ve kısa vadeli (bir ülkenin yaşamında 10 yıl bir gün gibidir, DMD) problemlerini mümkün olduğunca es geçeceğim. Bunları zaten hep yazıyor ve konuşuyorum.

ATATÜRK BUGÜNLERİ GÖRSE NELERE SEVİNİRDİ?

Bence her şeyden önce ölümünün ardından 85 sene sonra bile kendisine duyulan sevgiyi gördüğünde çok duygulanırdı: Kendi muasırları olan Lenin, Stalin, Mao, Roosevelt, Churchill, Gandhi, Hitler ve Mussolini’nin kendi toplumlarında unutulmuş ve ancak popüler dizilere ve filmlere konu olduklarında hatırlandığını, kendisinin ise popüler siyasetçiler, sanatçılar ve bilim adamlarından daha fazla önemsendiğini ve her daim halkının içinde yaşadığını gördüğünde çok duygulanacağına adım gibi eminim. Ne demişti, unutmayalım: “Beni hatırlayınız!”

Daha önceki iki yazıda anlattığım gibi Türkiye Cumhuriyeti Batı’nın 300 yılda kat ettiği yolu 100 yılda aşmıştır. Artık sanayileşmiş ve şehirlileşmiş bir ülkeyle karşı karşıyayız. Temel sanayi altyapısı tamamlanmış, şehirleri modern ulaşım imkânlarıyla donanmış, ordusu ve donanması büyük oranda yerli silahlarla teçhiz edilmiş, kuvvetli fizikî ve beşeri sermaye birikimi olan bir ülke, elbette ki Gazi Paşamızı ve onun yakın yoldaşlarını mutlu ederdi.

Atatürk her ne kadar kendi döneminde başaramasa bile, en yakın çalışma arkadaşları İsmet İnönü ve Celâl Bayar’ın Cumhuriyeti çok partili demokrasiye geçirmesinden de memnun olurdu. Çünkü onun başlattığı bütün altyapı ve üstyapı devrimlerinin ortak gayesi özgür bireylerden oluşan ve kendi kendini idare eden bir milletti, yani çağdaş demokratik toplum.

Kadınlarımızın eğitim düzeyinin yükseldiğini, onların toplumun her kademesinde temsil edildiğini, TCMB’nin başında iyi eğitimli bir kadın olduğunu, üniversitelerde öğrenci ve akademisyenlerin büyük bir kısmının kadın olduğunu ve kadın voleybol takımının dünya şampiyonluğunu görse gurur duyardı.

Ancak her şey öyle güllük gülistanlık değil tabiî ki… Yukarıda bahsettiğim hızlı sanayileşme ve şehirlileşmenin yol açtığı toplumsal, iktisadi ve siyasi problemler de onu düşünceye sevk ederdi. Şimdi bunları ele alalım.

ATATÜRK BUGÜNLERİ GÖRSE NELERE ÜZÜLÜRDÜ?

Cumhuriyetin yüz yıllık hikâyesinde başardıklarımız kadar başaramadıklarımız da vardır. Bu başarısızlıklarımızı iktisadi, siyasi ve toplumsal olarak sınıflandıracağım. Öncelikli olarak iktisadi başarısızlıklarımızı dilim döndüğünce anlatayım…

Cumhuriyetin İktisadi Başarısızlıkları

Cumhuriyetin yüz yıllık iktisadi serencamını ele aldığımızda karşımızda Osmanlı’dan kalan üç büyük ve çözülememiş problem vardır: Birincisi, kronik cari açık ve buna bağlı olarak yüksek dış borç; ikincisi dönem dönem aşılsa da yüz yılın büyük bir kısmında hâkim olan yüksek enflasyon ve bütçe açıkları; üçüncüsü ise yetersiz sermaye birikimi ve benzeri ülkelere oranla nispeten düşük kişi başına milli gelir.

Türkiye Sultan Abdülmecit’ten bu yana sürekli cari açık vermektedir. Bu cari açıklar birikerek dış borç stokunu arttırmaktadır. Yüksek dış borç düzenli aralıklarla (7 – 11 yıl arası) ülkenin ödemeler dengesi kaynaklı krizlere girmesine yol açmaktadır. Sonuç olarak ülkenin doğal büyüme hızı ihtiyacımız olan yüzde 7’nin altında gerçekleşmekte ve güncel büyüme oranları krizler nedeniyle yüksek istikrarsızlık içermektedir. Kronik cari açık Cumhuriyetin yüzyılı boyunca çözülememiştir ve bizim kuşağa ve bizden sonrakilere çözülmesi gereken temel sorunların ilki olarak miras kalmıştır.

Hem hızlı büyümek zorunda olup hem de kronik cari açıktan mustarip olmak, yani üretilen mal ve hizmetleri dışarıdan çok içeriye satabilen bir ekonomi olmak, doğal olarak (Atatürk dönemi, Demirel’in ilk beş yılı ve Erdoğan’ın ilk 10 yılı haricinde) yüz yılın yetmiş yılını sürekli olarak yüksek enflasyonla yaşamamıza sebep olmuştur. Yüksek enflasyon Osmanlı’dan bugüne siyasetçiler için kalkınmanın kolay bir yolu olmuştur: Sermaye birikimi için para bas, ucuz kredi ver ve iç talebi şişir. Bu da enflasyonla büyümeyi, gelir ve servet dağılımının bozulmasını da beraberinde getirmiştir. Halbuki daha zor ve sabır isteyen dış talebe ve ihracata yönelik bir ekonomi, kalkınma planlarını takip eden istikrarlı bir büyüme siyasetçi için çok tercih edilir bir yol değildir.

Osmanlı’dan kalan ve bizim bildiğimiz Kanuni’den beri mevcut bulunan kişi başı yetersiz sermaye ve kişi başı düşük milli gelir problemi de Cumhuriyet döneminde çözülememiştir. Elbette küresel kapitalizme entegrasyon, çok partili hayatın demagog ve popülist siyasetçilerin güdümünde olması bu problemin çözümündeki önemli engellerden biridir. Hızlı ve çabuk yoldan zengin olmanın yolu verimliliği arttırıp marka değeri olan ürünler üretmek yerine siyasetle ilişki kurup ucuza kredi ve teşvik kapmak, çabuk oy kazanıp hızla iktidar olmanın yolu da üretken sektörlere yatırımlar ile bilim ve teknolojiyi geliştirmek değil de kamu arazilerini yağmalayıp, ruhsatsız yapılara imar izni vermek ve üretken olmayan hizmetler ve inşaat sektörlerini gazlamak olunca düşük sermaye birikimi doğal sonuçtur. Düşük sermaye birikimi de bize yüksek reel faizler, düşük reel ücretler ve balon ekonomisi olarak döner.

Osmanlı’dan devralmadığımız ama yüz yıl içinde (belki hızlı sanayileşme ve şehirlileşmenin sonucu olarak bize yansıyan) bizim ürettiğimiz problemler de bölgeler arası gelişmişlik farkı, çarpık şehirlileşme ve orantısız sanayileşmedir. Ülkenin hemen hemen bütün sanayii Doğu Marmara bölgesine toplanmıştır. Samsun - Adana arasında bir hat çizersek, bu hattın doğusu ortalama Pakistan ayarında iken batısı ortalama Avusturya ayarındadır. Şehirler planlı bir şekilde büyümemiş, üst üste binmiş estetikten uzak ucube apartman yığınlarından oluşmaktadır. Hâliyle bir şehirli kültürü de oluşmamıştır. İmar rantı, kolay yoldan para kazanma uyanıklığı, tarım ekonomisindeki yaşam kültürünü şehirde devam ettirme ısrarcılığı bu çarpık şehirlileşmeye yol açmıştır.

Atatürk bunları görse “Çocuk; hadi yeni çağda yeni problemler çıktı, anlarım. Yahu Osmanlı’dan kalma sorunları çözememişsiniz, ayıp değil mi?” der ve çok üzülürdü.

Cumhuriyetin Siyasi Başarısızlıkları

Cumhuriyet’in yüz yılında olması gerektiği gibi bir burjuva demokrasisine dönüşemediğini bugün net olarak görmekteyiz. Burjuva demokrasisinde siyasi partiler üretilen artık değerin paylaşımında kendi temsil ettikleri sınıfların paylarını arttırmak üzere siyaset yaparlar. Ancak bizim lümpen demokrasimizde siyasi partiler toplum içindeki yaşam tarzlarının savunusu üzerine siyaset geliştirirler. Bir parti eline bayrağı almış “Bana oy veren Türk, gerisi Türk düşmanıdır!” demekte, bir parti eline Kur’an’ı almış “İmanınızı korumak ve Müslüman olmak için bana oy verin, yoksa topunuz cehennemlik olursunuz!” demekte, bir başka parti “En Atatürkçü biziz, rakı içen ve karısının başı açık olan Atatürkçüdür, gerisi Atatürk düşmanıdır!” demektedir. Namaz kılıp oruç tutan ve karısı baş örtülü olan sağcı, rakı içip karısının başı açık olan solcudur! İktisadi olarak ise hepsi NATO’cu, AB’ci ve özelleştirmecidir. Atatürk bunları görse efkârlanıp bir sigara yakar ve “Bana tekrar çizmelerimi giydirecekseniz!” derdi.

Cumhuriyetin Toplumsal Başarısızlığı

Kime sorarsanız “Biz Türküz, Atatürkçü’yüz!” demektedir. Pekiyi “Türk kimdir?” diye sorarsanız kimsenin vereceği ortak bir cevap yoktur. Türk olmak kimine göre Orta Asyalı, kimine göre Müslüman, kimine göre laik, kimine göre sosyalist olmaktır! Yani ortak siyasi bir kimlik oluşturamadık! Türkiye’deki temel kimlik çatışmalarının sebebi de ortak kimliğin oluşamamasıdır. İnsanlar da yerel, etnik ve mezhepsel kimliklerini öne çıkarmaktadırlar. Halbuki modern toplum vatandaşlık bilinci ve kimliği üzerine kurulur. Lümpenleşmiş bir toplumda bu kimliği oluşturmaksa gayet zordur. Böyle bir toplumda üçkâğıtçı ve uyanıklara gün doğar! Atatürk bunları görse ne derdi? Onu da siz düşünün…

Bu saydığım sorunlar çözülmez değildir, ancak her şeyden önce bu problemleri çözme iradesini gerektirir. Toplumun yönetici kesimi, sermayedarları ve düşünce önderleri kendi kısa vadeli siyasi ve iktisadi menfaatleri yerine hepimizin ortak menfaatlerini düşünmediği müddetçe orkestra bu Alaturka Rapsodi’yi çalmaya devam eder. Vesselâm…