Çoğunluk olmasa da sayıları bir hayli yüksek olan bâzı insanlar, hayatlarında "başarı" kavramının anlamını kişisel gelişimle özdeşleştirmiş durumdalar.
Birçok kişinin birkaç saatlik ya da üç-beş haftalık eğitim programlarıyla istedikleri herhangi bir konuda uzman olabileceğini düşündüğü, pratikte karşılığı olmayan yazılı bilgilerin göstermelik ispâtı olan yaldızlı sertifikaların özgeçmişleri doldurduğu, “yaklaşan tanımsız cisim” gibi tanımsız kişisel gelişim furyasının yaşandığı bir çağdayız.
Çoğunluk olmasa da sayıları bir hayli yüksek olan bâzı insanlar, hayatlarında “başarı” kavramının anlamını kişisel gelişimle özdeşleştirmiş durumdalar. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek vardır ki, kişisel gelişim hayâtın odak noktasına konduğunda, toplumsal gelişimin ıskalanması kaçınılmaz oluyor. Bu açıdan kişisel gelişim, birlikte gelişmek ve yükselmek yerine, kişisel olarak gelişmeyen ya da az gelişenlerin sırtına basıp yükselmek demek oluyor.
“Biz”in ikinci plâna itilip “ben”in öncelendiği bir durum ortaya çıkıyor. Diğergamlık gibi üst bir sosyal değer de anlamını yitiriyor. Bunun sonucunda da kişisel gelişim, toplumun içinde ama fazla üstünde olup topluma yabancılaşmayı berâberinde getiriyor. Ne yazık ki, insanlar bunu kendi elleriyle ve kendi istekleriyle ayrıca büyük bir ısrar ve kararlılıkla ve de üstüne para vererek yapıyor.
Bu bencil ısrar ve olumsuz kararlılık, toplumsal bir canlı olan insanın hayâtına olumsuz geri dönüşümler sunuyor. Kısa bir zamâna kadar, “teknolojik”, “modern”, “çağdaş” gibi efsunlu kelimelerin ardına saklanan bâzı olguların birer sorun olduğu anlaşıldı ve artık mızrak çuvala sığmıyor.
Bir “tık” ile dünyânın diğer ucuna ulaşan, ama yan komşusundan habersiz olan bir neslin, medya üzerinden sosyalleştiği bir devir yaşıyoruz. Bu devir ne kadar devam eder? Ne zaman ve nasıl biter? Bittiğini nasıl anlarız? Bittiğinde ardında ne gibi onulmaz yaralar ve izler bırakır? gibi sorular, Gelecekbilimcilerinin çaylarına şeker niyetine kullanmaktan çekinmeyecekleri kadar zevkli sorulardır. Ama ne yazık ki, çaydaki şekerin tadının olup kendisinin gözle görülememesi gibi, cevâbı olmayan sorular ve sorunlar olarak gündemi işgâl etmektedir. Gündemi işgâl ediyor, çünkü insanların merakına hitap ediyor. Ama mesele, bu sorulara cevap bulmak değil, bu soruları ortaya çıkaran sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Türkçe’nin dil dehâsı ile bulduğumuz “cep telefonu” olarak anılan ve başka dillerde “mobil” (mobile) ya da “hücresel” (cellular) olarak adlandırılan cihazlar hayâtımızı çok değiştirdi. Bu değişim, kişisel bir sosyal hayat tarzı ortaya çıkardı. Cep telefonları artık, sâdece sesli iletişim aracı olmaktan çok, başka işlerde kullanılmaktadır. Arayacağı numarayı çevirmeden önce hat var mı diye kontrol etmenin ne demek olduğunu bilmeyenlerin sayısı bir hayli fazla. Hatta artık telefon numaraları “çevrilmiyor” ama “tuşlanıyor”. 1980’lerin başında, özellikle tâtil beldelerinden büyük şehirlerden birine telefon etmek için “telefon yazdırmak” veya evine telefon bağlatmak için on beş, yirmi sene beklemek cep telefonu kullanıcıları için sâdece birer espri olabilir. Ancak kısa bir zaman öncesinde yaşanan bu olguların yerine, aynı anda iki telefondan biriyle konuşup diğeriyle de tek parmağının tüm mârifetlerini kullanarak yazışan bir neslin nasıl bir açmazda olduğunu anlamamız gerekiyor.
Bunu anlamamızı sağlayacak olanlar da genel anlamda sosyal bilimciler oluyor. Psikoloğundan târihçisine, sosyoloğundan ilâhiyatçısına, antropoloğundan siyâset bilimcisine kadar sosyal bilimlerin bir köşesinden tutan herkesin bir reçete yazması bekleniyor. Televizyon programlarına çıkan sosyal bilimcilere sorulan “Hocam, ne yapmalıyız?” benzeri sorulara cevap aranıyor. Bu programlar, en çok seyredilen programların başında geliyor. Bu programda sorulan sorulara verilecek cevâbı herkes can kulağı ile dinliyor, çünkü herkes bu gibi sorulara sebep olan şartlardan muzdarip ve kurtulmak istiyor. Ya kendisi ya çocuğu ya da arkadaşı âdeta bir bağımlı gibi bundan kurtulmak istiyor ve çâreler arıyor. Ama nâfile, çünkü herkes derdine çâre olacak cevâbın hap gibi kolay elde edilir ve hemen etkisini gösterecek bir içerikte olmasını istiyor.
Avuç içimizi dolduracak kadar küçülen teknoloji, ters orantıda büyüyen sorunlarımızdan hiç sorumlu değilmiş gibi, iyi bir tecaül-ü ârif sanatçısıymışçasına burnundan kıl aldırmazken, muayeneden sonra teşhisi doğru koyup reçete yazma ve tedâvi etme görevi, sosyal bilimcilere kalmaktadır.
Psikologların muayenehâneleri dolup taşmakta, danışanlar o psikiyatr benim, bu psikiyatr da benim deyip dolaşmaktadır. Sonuçsuz kalan diyet programları gibi, ruh ve moral dünyâsı bir türlü istenen şekle girmeyen insanların sayısı giderek artmaktadır. İşin daha da trajikomik tarafı, cep telefonu bağımlılığına cep telefonu ile girdiği internetten çâre bulmaya çalışanların sayısı da hiç de az değil. Gülelim mi, ağlayalım mı; bilemiyoruz.
Mesele dönüp dolaşıyor, sosyoloğundan psikoloğuna, antropoluğundan iletişimcisine kadar biz sosyal bilimcilerden reçete istemeye geliyor. Hatta uzun yıllarda oluşan sorunların bir iki seans ya da üç beş cümlelik nasihatlarla çözülmesini bekleyenler de var. “Bu soruna çözüm olarak bir “aplikasyon” var mı acaba?” diye bir soruyu endişeyle bekliyorum.
(Devam edecek)