Ayasofya, öz anne ve babasının evinde üvey evlat muamelesine mâruz bırakılan, kendi yuvasına yabancılaştırılan bir çocuk gibiydi.
Ayasofya, 88 yıllık hasretimizdi… Gözümüzün önünde, burnumuzun dibindeyken ulaşamadığımız menzildi. Bakıp göremediğimiz, dokunup hissedemediğimiz, içine girip kendimizi dışarıda hissettiğimiz bir mekândı. Yaklaştıkça uzaklaşan, altından geçmesi mümkün olmayan bir gökkuşağı gibiydi.
Ayasofya, öz anne ve babasının evinde üvey evlat muamelesine mâruz bırakılan, kendi yuvasına yabancılaştırılan bir çocuk gibiydi. Ne yaramazlık yapabiliyor ne de uslu durabiliyordu. Küçük kardeşleri Süleymâniye, Sultanahmet, Nuruosmaniye’ye bayramlıklar alınırken, Ayasofya’ya alınmak istenen hediyeler gönül raflarında kalıyordu.
İçeriden açılan kapı
Nihâyet 2021 yılının bir yaz günü, müjdesi günler öncesinden verilen bir Cuma günü milyonların seksen sekiz yıldır yüreklerinde biriktirdikleri tekbirler, salavatlar, ezanlar, tesbihatlar ile açıldı Ayasofya’nın kapıları. Senelerdir fizîken açık olan, bilet alınıp girilen Ayasofya’ya, artık sâdece abdest alınarak girilmeye başlandı. 2022 Ramazanı’nda da seksen sekiz yıl sonra terâvih namazı ile doldu.
Aslında kapı dışarıdan değil, içeriden açıldı. Ayasofya birileri tarafından açılmadı, Ayasofya kendini açtı; bizi içine buyur etti. Buna ister uyanış diyelim, ister diriliş diyelim. Ayasofya kapılarını açtı, bizim gönül gözümüzü açmamız gerektiğini anlatırcasına yaptı bunu.
Müjdelenen fethin yüzük taşı olan Ayasofya, gönüllerimizin işgâl altında olduğunu ilân edercesine kapılarını kapatmıştı seneler önce. Koca kubbesinde alem düşmemişti, dört bir yanındaki minâreler yerindeydi ama Ayasofya tavır koymuştu bize. Senelerce önce ibâdete açılan Hünkâr Manfili ile, minârelerinden okunan ezanlar ile küsmediğini göstermişti. Ama bizden daha fazlasını istiyordu. Kudüs’ün kendisini lâyık olana teslim etmesi, ona kendine “hâdim” olma imkânı ve şerefi vermesi gibi, Ayasofya da “daha uzak mescid” olarak kendine lâyık olmamızı bekliyordu.
Gönül ve zihin ayasofyalarımız
Ayasofya içeride bizi bekliyordu. Biz, dışarıda onun kapıları açmasını bekliyorduk. Şükür kavuştuk. Ama vuslat yeni başladı. Artık sıra, zihinlerimizde kapanan ayasofyaların açılmasına, gönüllerimizde yolunu unuttuğumuz ayasofyaların açılmasına geldi.
Önce bu ayasofyaları bulmamız; bulmak için adresini hatırlamamız gerekir. Bu adresleri bulmak, Ayasofya’yı bulmak kadar kolay değildir. Gözümüzün önünde olmasına rağmen Ayasofya’ya bu kadar zor ulaştığımızı unutmamalıyız, çünkü gönül ve zihin ayasofyalarımız bu kadar göz önünde değildir. Somut değildir soyuttur. Kubbeleri, minâreleri yoktur; kütüphânelerdeki kitapların satır aralarında ve sâdır altındadır.
İstanbul, belki Osmanlı’nın fethettiği en küçük toprak parçasıdır, ama keyfiyet açısından ne Osmanlı ne de dünya târihinde daha büyük bir fetih olmamıştır. Ayasofya da o keyfiyet fethinin sembolüdür. Bizim gönül ve zihin ayasofyamız, belki onlarca ciltten oluşan külliyâtların içinde, belli de küçük bir risâlenin seneler önce düşülen derkenar notunda bizi bekliyor olabilir.
Şahsî arkeolojik kazılarımız
Hepimizin zihin ve gönül ayasofyaları, birbirinden farklıdır. Hiç kimse başkasının ayasofyasını bulmayacaktır. Kapısını tek başına çalacağımız, kapısı içeriden açılacak ayasofyalarımızı biz, fert fert, kendi mânevî arkeolojimizi yaparak bulacağız. Bu arkeolojik keşfimizde, çürümüş tahta parçalarını, kırık dökük taş parçalarını bulmayacağız. Aksine yepyeni, bugün için yapılıp paketlenmişçesine bizi bekleyen şeyleri keşfedeceğiz. Keşfettikçe derinlere ineceğiz, daha geniş alana yayılacağız.
Ayasofya’nın bir sonuç değil bir başlangıç, bir ilk kıvılcım, bir ilk basamak olduğunu anlayacağız. Kendi gökkuşağımızı göreceğiz. Altından geçemesek de ona doğru gitmenin zevkini, bir ibâdet gibi yaşayacağız.
O zaman kendi ayasofyalarını bulan binler ve yüzbinler Ayasofya’da buluşacak; içeriye sığmayacak ve 2021’deki ilk Cuma namazı gibi meydanlara, sokaklara taşacak. O zaman Ayasofya, her vakit namazında, 29 Mayıs 1453’ten sonraki ilk Cuma namazındaki gibi fethin Ayasofyası olacaktır.
Her ayasofya bir sırat
Ayasofya, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in geçtiği sıratın diğer ucudur. Biz de kendi sıratımızı geçerek açabiliriz ayasofyamızı. Sezai Karakoç bu geçişi “Fetih Sıratı” başlıklı yazısının bir bölümünde şöyle anlatır:
“Arayıcıdır. Bir arayıştır. Arar arar, âdeta en aranmazı bile arar. Ama bu arama tutkusu, aramak için arama değil, bulmak için arama tutkusudur. Kuşku, telâş ve tereddütler içinde değil, güven, aşk ve doğrulukla dolu olarak arama.
Yanlışa karşı kafası, çirkine karşı kalbi, bâtıla karşı ruhuyla başkaldırarak, direne direne dirilişe gider. Çağın boğucu ağlarını parçalar. Lafın ve lafızcılığın ötesini düşünür ve sever. Lafza takılıp kalmaz. Kavramlar onun için, boş kalıplar ve hayat, sâdece bir biçimler kımıldanışı demek değildir. Onun savaşı, sâdece bir lafız savaşı olmaz. Yeni bir uygarlığın sorumlusu, yüklenicisidir.” (Diriliş Muştusu, s.58-61)
Sezai Karakoç’un bu yaklaşımından bakarsak, Sultan II. Mehmet, İstanbul’u alıp “fâtih” olmadan ve Ayasofya’yı câmiye dönüştürmeden, kendi iç fethini başarmış ve kendi ayasofyasını açmıştı.
Her gün kırk fetih ve kırk başlangıç
Şimdi “Osmanlı torunu” olduğunu iddia edenler, arabalarının arka camına tuğra yapıştıranlar, sosyal medyadaki hesaplarında profil resmi olarak Osmanlı arması koyanlar, kendi ayasofyalarını açmaktan çok uzaktır. Çünkü onlar için Ayasofya Câmii, seksen sekiz yıl sonra yeniden ibâdete açılınca her şey hallolmuştur. Oysa Fâtih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alıp Ayasofya’da namaz kıldıktan sonra daha otuz yıl devletin başında olduğunu, nice başka seferler ve fetihler yaptığını görmezden gelirler.
Fetih bir son değil, aksine bir başlangıç, bir açılıştır. Fetih ve Fâtiha aynı kökten gelir. Kur’ân-ı Kerim’de ilk sûrenin Fâtiha olmasının sebebi budur. Her gün beş vakit ve kırk rekât namazda kırk defa “Fâtiha”yı okuyan biri, her gün kırk açılış ve kırk başlangıç yapması gerektiğini neden düşünmez?
28 Şubat sürecinde oynanan oyunda dikkatimiz saptırıldı ve başörtüsüne yönlendirildi. “Başörtü yasağı” kalkınca her şey düzelecek zannedenler oldu. Ama asıl meselenin başörtüsü serbest olunca başladığını anlamamız pahalıya patladı. Kendi ayasofyalarımızı kapatan geçmişteki yıkımlara, darbelere lânet okumak yerine, dedelerimizin ninelerimizin mezar taşlarını okuyamamaya hayıflanmak yerine ve o zamanlarda kapanan zihin ayasofyalarımızın başkaları tarafından açılmasını beklemek yerine, târihle hesaplaşmamız ve gelecekteki fetihlerle görmemiz gerektiğini anlamak için daha kaç seksen sekiz yıl bekleyeceğiz?