Benzer bir hikâye, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevî adlı eserinde de geçer.
Konuya Nasrettin Hoca’nın “Leylek” fıkrasıyla gireyim. Fıkra bu ya, Nasrettin Hoca nasıl olmuşsa daha önce hiç leylek görmemiş. Bir gün, yolda yaralı bir leylek bulmuş ve iyileştirmek için eve götürmüş. Ama leyleğin uzun gagası ve bacakları Nasrettin Hoca’nın tuhafına gitmiş. Bildiği diğer kuşlara; serçeye, güvercine, kargaya, bıldırcına, bülbüle benzemiyormuş. “Böyle kuş mu olur” deyip gagasını ve bacaklarını kesip kısaltmış ve sonra da “Şimdi kuşa benzedin” demiş. Leyleğin âkibetini ise fıkradan öğrenemiyoruz ama yaşaması pek mümkün değil.
Benzer bir hikâye, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî adlı eserinde de geçer. Adamın biri sırtına aslan dövmesi yaptırmak istemiş. Dövmeciye gitmiş ve isteğini söylemiş. Dövmeci de adamın sırtına önce, yelesiyle, pençeleriyle, kuyruğuyla heybetli bir aslan resmi çizmiş. Ardından eline iğneyi alıp dövmeyi yapmaya başlamış. Ama iğneyi batırır batırmaz adam acıdan bağırıp sormuş:
- Orası aslanın neresi?
Dövmeci cevap vermiş:
- Yeleleri.
Adam itiraz etmiş:
- Yeleleri boşver, yelesiz olsun, demiş.
Dövmeci aslanın yelelerini silip iğneyi bir daha batırdığında adam yine bağırıp sormuş:
- Orası aslanın neresi?
Dövmeci cevap vermiş:
- Pençeleri.
Adam yine itiraz edip dövmeciye iş öğretircesine demiş ki:
- Pençeleri boşver, pençesiz olsun.
Dövmeci adamın sırtına çizdiği resimden aslanın pençelerini silmiş. Sonunda dövmeci adamın sırtına bir dövme yapmış ama aslan dövmesi demeye bin şâhit gerekirmiş.
İrfân kâhyaları
Günümüzde birçok insan, dinledikleri, seyrettikleri veya okudukları şeylerde kendi istediği şeyleri duymak, seyretmek ve okumak istiyor. Nasrettin Hoca’nın leyleğin gagasını ve bacaklarını beğenmemesi, Hz. Mevlânâ’nın atlattığı adamın sırtına yelesiz ve pençesiz aslan yaptırması gibi, duyacaklarını keyfine göre ayarlıyor. Ondan sonra ortada ne leylek kalıyor ne de aslan.
Bu tür insanlar, “değerli”, “kıymetli”, “önemli” dedikleri kişilerin ne söyleyeceğine, ne yazacağına, onlardan ne okuyacaklarına karışmakta bir beis görmüyorlar. Gazeteciyse yazısının içeriğine, üniversitede hoca ise yazacağı makaleye ve yapacağı konferans ya da seminere müdahale etme hakkına sâhip olduklarını zannedecek kadar, özgüven zannettikleri bir ukalalığa sâhipler.
Bu tür insanlar, duyduklarını, seyrettiklerini ya da okuduklarını istedikleri gibi anlayıp karşılık veriyorlar ama yanlış yaptıkları söylenince, bunu “eleştiriye tahammülsüzlük” olarak anlıyorlar. Nedense sâdece “okuyucu”, “seyirici” veya “dinleyici” olmalarına rağmen, her fikre keyfî eleştiri getirebileceklerine dâir bir hakları olduğuna inanıyorlar.
Bu tür insanlar, âdeta “irfân kâhyası” gibi davranıyorlar. Etrâflarına ayar vermek; kimin, neyi, nasıl anlaması, nasıl söylemesi ve nasıl yazıp çizmesi gerektiğine ve doğru anlayıp anlamadığına karar verip her hangi bir diyaloğa istikamet verme selâhiyetleri olduğunu sanıyorlar.
Bu tür insanların söylemlerine bakarsanız, siyâseti hiç sevmiyorlar. Siyâset onlar için pislik ve çöplükten başka bir şey değil. Ama kendi yaptıkları siyâsî paylaşımları “ifâde özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “eleştiri hakkı”, “muhalif görüş” gibi kulbu olmadığı için neresinden tutulacağı belli olmayan ifâdelerle savunuyorlar. Ancak başkalarının siyâsî söylemlerine “özgürlük” bağlamından bakma konusunda hiç gayret sarf etmiyorlar. Tek bir cümleyi cımbızlayıp üstüne siyâsî yafta asabiliyorlar.
Bilmiyorlar ama “öğretiyorlar”
Bu tür insanlar, kendi yapmadıkları veya yapamadıkları işlerin nasıl yapılacağı konusunda da güçlü fikir sâhibidirler. Siyâsetin, akademisyenliğin, mühendisliğin, gazeteciliğin, diplomatlığın, askerliğin hatta istihbaratçılığın nasıl yapılacağı konusunda oldukça engin(!) bilgileri vardır. Türk futbol târihinin en başarılı teknik direktörü Fâtih Terim bu gibi insanları kendi uzmanlık alanı açısından şöyle tespit ve tenkit etmektedir: “Türkiye’de gayriresmî kırk milyon teknik direktör var”. Hayâtında halı saha maçı yapmaktan başka futbol tecrübesi olmayanların millî takımın ya da tuttuğu takımın ilk onbirinin kimlerden oluşması ve hangi taktikle oynaması gerektiğine dâir uzman(!) görüşmeleri vardır.
Bu tür insanların sayısı maalesef hiç de az değildir. Bâzı veliler öğretmene nasıl ders anlatması gerektiğini söylemekten çekinmiyorlar. Oysa birçoğu üç kişinin karşısına geçip iki lafı bir araya getirmekten âcizdir. Hayâtındaki en büyük yönetim tecrübesi ilkokulda sınıf başkanlığı olanlar, bakan ya da belediye başkanına “yönetim dersi” vermeye kalkıyor.
Bu tür insanlar kendilerini “tez yaptıran profesör” zannederler. Bir profesör, yüksek lisans ya da doktora öğrencisinin tezde neleri yazması gerektiğine karar verme yetkisine sâhiptir. Tez metninin iskeletini tez danışmanı belirler. Ama bu “irfan kâhyaları”, baş tacı ettikleri, ağzının içine baktıkları, kitaplarını alıp okudukları, konferanslarını dinledikleri kişilerin, ne yazıp ne konuşacağını belirlemek istiyorlar. Ne yazık ki, bunu da irfan ve hikmet adına yapıyorlar.
Maalesef Ramazan’da terâvih namazını kısa kıldıran imamların cemaatinin çok olması gibi, bâzı kalem ve söz ehli de bu tuzağa düşüp, nabza göre şerbet verme yoluna gitmektedir. Sonuçta ortaya konuşanın değil, dinleyenin yön verdiği sohbetler, yazanın değil okuyucunun içerik sağladığı yazılar çıkmaktadır.
Uzun lafın kısası, aslında onların istedikleri doğruları duymak, seyretmek ya da okumak değildir. Onların istedikleri iki kelimeyi bir araya getiremedikleri için istedikleri şeylerin başka kişiler tarafından söylenmesi veya yazılmasıdır. Bunu da bu kişilere sâdece gaz verip bedâvaya yapmak isterler. Sonunda ortada ne gerçek leyleğe benzeyen bir leylek, ne de gerçek aslana benzeyen bir aslan kalmaz.