1700'lü yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleşen güç kaybı süreci 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında devlet otoritesinin iyice zayıflamasına, ekonominin kırılgan hale gelmesine yol açmıştı.
Birinci Meşrutiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nda 23 Aralık 1876'da II. Abdülhamid tarafından ilan edilen, anayasal monarşi rejiminin ilk dönemiydi. Bu dönemin anayasası Kanun-ı Esasi, yürütme organı Padişah II. Abdülhamid, yasama organı ise Meclis-i Umumi'dir.
1700’lü yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleşen güç kaybı süreci 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında devlet otoritesinin iyice zayıflamasına, ekonominin kırılgan hale gelmesine yol açmıştı. Batılı sömürgeci devletlerle imzalanan serbest ticaret anlaşmaları hem ülkenin sürekli cari açık vermesine hem de gümrük gelirlerinin düşerek bütçe açıklarının artmasına sebep olmuştu. Ekonomik zayıflama idari zayıflamayı da getirmiş, büyük ülkelere hükmeden imparatorlukta etnik milliyetçi ayaklanmalar baş göstermişti.
1876’da Türkiye’nin yakın tarihindeki ilk askeri darbe gerçekleşmişti. Liderliğini Serasker (Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avnî Paşa’nın yaptığı mel’un darbenin diğer ortakları Sadrazam (Başbakan) Mütercim Rüşdî Paşa, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Midhat Paşa ve Bahriye Nazırı (Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Denizcilik Bakanı) Kayserili Ahmet Paşa idi. Darbenin hedefi de Sultan Abdülaziz Han idi. Sultan Aziz mel’un darbeyle tahttan indirilmiş, şahsi hazinesi darbeciler tarafından yağmalanmış, annesi ve hanımları taciz edilmiş, kendisi de hain bir cinayetle şehit edilmişti. Darbecilerin akıbeti de çok hayırlı olmadı. Hüseyin Avni Paşa Sultan Aziz’in kayınçosu olan bir subay tarafından öldürülmüştü. Tahta ilk önce akli dengesi yerinde olmayan Şehzade Murad Efendi çıkarılmış, üç ay sonra da indirilip yerine Şehzade Abdülhamid Efendi II. Abdülhamid Han ismiyle çıkarılmıştı. II. Abdülhamid, o dönem Sadrazam olan Midhat Paşa’yla yaptığı anlaşma üzerine tahta Meşrutiyeti (Anayasal Monarşi’yi) ilan etmek sözüyle çıkmıştı. Bizim memlekette her zaman problemlerinin çözümünün yeni bir Anayasa yapmaktan geçtiği yolundaki yanlış kanı bu süreçle başlamıştır. Darbenin diğer failleri daha sonra Sultan II. Abdülhamid’in talimatıyla Yıldız Mahkemesinde yargılanmış ve suçlu bulunup mahkûm edilmişlerdir.
Midhat Paşa’ya göre, memleketin sorunlarının çözümü bir Anayasa’nın çıkarılmasına bağlıydı. Halbuki memleketin temel sorunu sanayileşme çağında sermaye birikimi olmayan, doğru düzgün ticaretin ve ulaştırmanın bile olmadığı ve uçan kuşa borçlu bir tarım ekonomisinden kaynaklanmaktaydı. Midhat Paşa, eğer yeni bir anayasa yaparsak Batılı dostlarımızdan yüklü miktarda borç bularak ekonomiyi yüzdürebileceğimizi düşünmekteydi. Tabii ki bunların hepsi ham hayaldi. Yine de alay – ı vâlâ ile Kanun-ı Esasî (Anayasa) hazırl andı, tarihte Tersane Toplantısı adı verilen 23 Aralık 1876'da yapılan toplantıda emperyalist Batılı Devletlerin temsilcilerine bu Anayasa ilan edildi, Midhat Paşa yaptığı konuşmada “Osmanlı Devleti’nin artık medeni devletler ailesinde yerini aldığını” bildirdi, yüz bir pare top atıldı. Tabii yabancı devletler saf değildi, aksine, Midhat Paşa’nın saflığı ve cehaletiyle alay eden yazılar takiben emperyalist Batı gazetelerinde yayınlandı. Gerçekten de, bir Anayasa ilan etmekle ne Osmanlı’nın borçları ödenmekteydi, ne sermaye birikimi problemi çözülmekteydi, ne de yerden mantar gibi fabrikalar bitmekteydi. Midhat Paşa’nın Batı’dan beklediği ne mali ne de askeri yardım gelmişti. Don Kişot’un yel değirmenlerin e saldırması gibi -İngilizlerin destek vereceğini zannederek- Rusya’ya savaş ilan etmiş ve tarihimizdeki 93 Felaketi’ne yol açmıştı. Bu da cahil, hayalperest ve güç tutkunu Midhat Paşa’nın kariyerinin sonu olmuştu.
Küçükken okuduğumuz Red Kit çizgi romanında, üç kâğıtçı bir tüccar kasaba kasaba dolaşır ve her derde deva bir ilaç satardı. Aynı ilacı kellere de, hamile olamayan kadınlara da, felçli hastalara da satardı. Tabii ki, bu aslında şişelenmiş ham petroldü ve hiçbir derde de şifa olmazdı. İşte Midhat Paşa ile başlayan Anayasa sevdası Red Kit’te “her derde şifa olduğu söylenen ama hiçbir derde şifa olmayan” bu ilaca benzemektedir. Bizim memlekette ne zaman sorunlar ortaya çıksa Anayasa’yı değiştirerek çözüm sağlanacağı düşünülür. Tabiî ki, bildiğiniz gibi yeni Anayasa ne kellere şifa olur ne de hamile olamayan kadınlara.
Bu hafta içinde yeni bir Anayasa tartışması bizzat Sayın Cumhurbaşkanı tarafından ortaya atıldı. Daha üç sene önce devletin yönetim rejimi değiştirilmiş, Anayasa’da köklü değişiklikler yapılarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçilmişti. Acaba şimdi neden böyle bir tartışma ortaya atıldı?
ÜLKE ANAYASA İLE DEĞİL YASALARLA İDARE EDİLİR
Bu hafta içinde Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un bir televizyon söyleşisini dinledim. Sayın Uçum “daha uyum yasalarını tamamlayamadığımızı, bu intibak sürecinin öyle sanıldığı gibi kolay olmadığını” söyledi. Gerçekten de, hikayenin bam teli de buradadır. Bir memleket Anayasa ile değil yasalarla idare edilir. Biz 2017 referandumunda Türk milleti olarak köklü bir Anayasa değişikliğine onay verdik. Bu ise bütün idare teşkilatımızın yeniden şekillenmesine yol açacak kadar önemli değişiklikler içermekteydi. Ancak tek başına Anayasa değişikliği hiçbir şey ifade etmez. Çünkü devletin teşkilatlanması, kurumların işlemesi, mahkemelerin hüküm vermesi için bütün yasaların yeni Anayasa’ya göre yeniden düzenlenmesi gerekir. Hükümetin hedefleri 2019’a kadar uyum yasalarının çıkarılması idi. Sene oldu 2021, halâ daha uyum yasalarının çıkmasını bekliyoruz. Meclis’te parti grupları ne yapıyor? Milletvekilleri aldıkları yüklü maaşı hak etmek için hangi ulvî vazifeleri ifa ediyorlar da, uyum yasaları halâ daha çıkarılmadı? Yasama bu konuda yetersiz kalınca, bu sefer, Anayasa ile yasalar arasındaki uyuşmazlıklar Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile kapatılmaktadır. “Hocam ne olacak, ha Kanun ha Kararname, ne fark eder?”, diye soranlara hemen cevap vereyim: Örneğin Cumhurbaşkanı bugün değişse, çıkarılan kararnamelerin hepsini bir gecede iptal edip yerlerine 180 derece zıt yeni kararnameler çıkarabilir. Eğer düzenlemeler kanun / yasa çıkarılarak yapılırsa kararnameler kanunu iptal edemez. Eğer uyum yasaları çıkarılmazsa, her Cumhurbaşkanı değişiminde, devletin idari kuralları 180 derece değişebilir. Böyle bir durumda da devlette devamlılık ilkesi ortadan kalkar.
YENİ BİR ANAYASA GEREKLİ Mİ?
Tarihten ibret almak gerekir. Türk tarihinde görmekteyiz ki, her başımız sıkıştığında Anayasa değiştirmek istemekteyiz. Halbuki idari sistemde ortaya çıkan problemler Anayasa’dan değil, Anayasa ile yasaların uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Yeni Anayasa sürecine girmek hem kamuoyunda bir çok gereksiz tartışmaya yol açarak zaman kaybına hem de Anayasa değişikliği sürecinde referandum gibi parasal maliyeti yüksek süreçlere neden olacaktır. Bu kadar yeni Anayasa tartışacağımıza, hızla uyum yasalarını çıkarsak, bu yasalara uygun olarak devlet teşkilatındaki aksaklıları gidersek daha ucuz ve daha pratik olacaktır. Zaten Cumhur İttifakı’nın mevcut milletvekili sayısı ne Anayasayı doğrudan değiştirmeye (400 milletvekili) ne de Anayasa değişikliğini referanduma götürmeye (360 milletvekili) yeter sayıdadır. Bu yüzden muhalefet partileriyle gereksiz bir pazarlık ve müzakere sürecine gidilmek zorundadır. Hem para hem de zaman israfı içeren bu sürecin yerine, adam gibi uyum yasalarını çıkarıp mevcut Anayasa’yı etkin bir şekilde işletmek daha akılcı olmaz mı? Bu sayede milletvekilleri de aldıkları maaşları biraz olsun hak etmiş olurlar.