Allah korusun! Ümidi kesmek Allah'a güvenmemek nihayetinde de kendine inancını yitirmek demektir.

Yaşam ümit ve kaygı arasında gidip gelen bir süreçtir. Sadece dünyaya bağlı olmayan, ölümden sonra da inandığımız bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla ümidimiz ve kaygılarımız bu dünyayla da sınırlı değil. O yüzden hayat dünyayla sınırlı olmayan bir süreçtir. Hayat bu; insan ümid ile yaşar ve zaman zaman da ümitsizliğe kapılır yer yer kaygı hisseder. Ümidini suya düşürenler olsa dahi yine de ümitlenmek için yaşar sanki insan. Çünkü nasibi vardır yaşamaya ve Allah bir ümid verir kuluna; öyle ya da böyle. İnsan inanmak ister ve ümidine de inandığı için ona bağlı bir yaşam sürer. Bir insan her türlü yaşama olan inancı şiddetle reddetse dahi onu yine de yaşatan bir ümid vardır. Bahar çiçeklerinin kokusu insanı bir anda cennete çeker ve kendisiyle buluşturur. O şiddetle reddeden çatık kaşlı insanı bile bir inanca bağlayan mutlaka bir tezahür bir güzellik vardır. Bir anda kapkara bir havanın ardından doğan güneş gibidir ümid. Çünkü her şey Allah’ın bir yansımasıdır. Ümitsizliğin içinde dahi nice ümitler vardır ki; işte insanı besleyen hayatta kalmasını sağlayan o nasiptir.

Ümidi kesemeyiz

Allah korusun! Ümidi kesmek Allah’a güvenmemek nihayetinde de kendine inancını yitirmek demektir. İnsan bilmelidir ki; insan her an Allah’ın koruması altındadır. Evet anlık korkularımız, endişelerimiz vardır. Ama dualarımız da var. Bizim yalvarış ve yakarışlarımız bizi içten tutan bir gayretle ümide bağlılığımız var. Bunu hiç unutmamalıyız. Hele de elimizden tutan gerçek bir dost varsa o yüzden ümitsizlik ahmaklıktan başka bir şey değildir. Zorluk içinde kolaylığı da barındırır. Zorlukları aşacağına inanan insan dimdik ayaktadır. Böyle bir insan iyiliklerden nasibini alır. İnanan insan emniyet içindedir. Kendinden ümid kesilmez o da kimseden ümidini kesmez. Çünkü ümid nasibini veren Allah’tır.

Amacı olan insan

Yaş ne olursa olsun, ununu elemiş duvara asmış bir eli öpülesi dede, nine bile olsa kâgir bahçeli evinin önündeki küçücük toprağına tohum eker. Çapalar, sular fidelerin çıkışını gözler. Topraktan umudunu kesmez. Halbuki pazarda, markette artık her şey vardır. Ama olsun! O ümitten kesilmemek için amaç edinmiştir. Onu yaşatan o minik tarladır. Penceresindeki küçük tenekedeki kasımpatıdır. Vesvese onu esir almaz. Ümidini gayeye bağlamış bir insan isyan etmez, yoldan çıkmaz. Bencil ve gafil olmaz. Gayeli bir hayat peşinde olan insan etrafına bakarak ve fark ederek yaşar. Marifet ümidine inanmaktır.

Ümid kapısı açık

Bazen ümidini bir ahu güzelin kirpiğine bağlarsın. Zaman gelir bir dostla yenen kuru bir ekmek yeniden hayata dair yeşeren ümidindir. Çünkü bardağın dolu tarafını görüyorsundur. Kimi zaman bir çingene çocuğun gözlerinde umudu görür kendi ümitsizliğinden utanırsın. Bazen de kızarsın ve ümidini kestiğini söylerken bile kalbinin bir yarısı “pışıııkk” yalan söyleme, hala inanıyorsun der. Ümid öyle kolay kolay bırakmaz inanan insanı. Allah biz kullarına “Allah’tan ümid kesilmez” diyor. En zor zamanda bile korkularımızı alt edecek yegâne güç inancımız ve ümidimizdir. Bilinen ve bilinmeyen hatalarımız ve günahlarımız bizi dara soksa da tövbe var, istiğfar var, dua var. Ne mutlu bize ki nice fırsatlar var vesselam...

LALE MEVSİMİ GEÇTİ GİTTİ

Erguvan mevsimindeyiz. İstanbul’un en güzel en manalı günleridir. Erguvan rengine bürünmüş boğaz, sokaklar o güzelim yalılar eski mahallelerde dolaşmak vardı şimdi. Güneş hafiften kendini gösterirken öğlen saatlerinde, bir şiir gibi yaşamak vardı İstanbul’u. Yahya Kemal’in dediği gibi efsunlu bu güzelliği göremeyince İstanbul, İstanbul olmuyor. Görmek, anlamak lazım İstanbul’u ve bu anlayışla sevmek lazım bu güzel şehri. Laleleri evimde vazoda seyrettim bu bahara girerken belki erguvanlar gitmeden yapayalnız el sallamadan yakalarım son bir demde. Hüzünlü bu şehir, alıngan ve kırılgan bu şehir ama bir o kadar da cömert ve rahmet dolu bir şehir İstanbul. Onu anlamak ve öyle sevmek lazım. Ahh İstanbul seni anlamak lazım.

BİR KAPI AÇILIR

İnsan büyük bir kavram. Yaratılmışların en güzeli. Bu güzellik korku ve ümitle birlikte, ne kadar taban tabana zıt bir duygu. Belki de böylesi daha iyi. İfrat ve tefritten öte bir itidal, bir ahenk, inişler, çıkışlar insan içinde yaşar kutsal bir senfoni. Matem var, üzüntü var, kaygı var, endişe var telaş var, hüzün var; buna karşılık sevinç var, heyecan var, coşku var, özgüven var, mutluluk ve huzur var. Mesele negatif bütün duyguları, düşünceleri pozitife çevirebilmekte ve mesele pozitif her ne varsa öyle bir kıyafeti kuşanabilmekte. İnsan tek başına insan değildir. Onun eksiğini tamamlayabilen biri varsa insandır. İnsan insan olduğu zaman toplumun sağlam ve ümitvar bir nüvesidir. Bir tohum toprağa düştüğü zaman, onu toprağa eken, toprağa düşüren bir irade vardır. Bir rahmetin gücü ve bir duanın bereketi vardır. Tohum düşer toprağa, rahmet yağar toprağa. Tohum çatlar, filiz toprağı yarar. Yeşerir tohum, başak salar. Başak başakla buluşur deste deste harman olur. Harman dövülür değirmende un olur. Fırında taptaze sıcak ekmek olur. Sofraya gelir bir fakirin karnı doyar fakirin inancı ve yaşama ümidi olur. Bir kapı açılır, o kapı karanlığı aydınlatan ışık olur, güneş olur, ay olur, yıldızlar olur ve cehalet yok olur.

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

Can sıkıntısı

Karagöz bugün yine acaip ve garaip sesler çıkartıyor;

- Vıy vıy vıy vıyyyy!.. - Vıy vıy vıy vıyyyy!..

Hacivat karşı balkondan Karagöz’ün vıylamasını duyar ve karşıdan bağırarak;

- Karagözüm Karagözüm!.. Vıylayıp durma, nedir senin ıstırabın, merhemin olayım!..

- Her tarafım tutuldu Hacı cavcavım!.. Otur otur, evde kal; yine otur. Tutuldu kollarım ve bacaklarım. Sızlıyor mangal maşalarım.

Hacivat Karagöz’ün bu yakınmalarına karşılık verir.

- Karagözüm hep kanepede, iskemlede oturmakla olmaz. Hanende hareket edeceksin; bir sağa, bir sola döneceksin.

Karagöz sinirlenerek karşılık verir Hacı Cavcava;

- Ne sağcıyım, ne solcuyum ne de futbolcuyum. Sağa sola da dönmem ben; asla dönek biri değilim.

Karagöz devam eder konuşmaya;

- Ben döndersem başım dönecek, başım dönerse duvarlar dönecek, masa, iskemle dönecek. Ben de düşeceğim yere. Sen de bu zavallılığa güleceksin.

Hacivat Karagözü bu sefer ciddi ciddi uyarır;

- İdman yap iki gözüm Karagözüm kasların çalışsın. Demek istediğim bu!... Bütün bunlar evde oturmaktan ve atıl olmaktan.

Karagöz bu sefer baklayı ağzından çıkartır;

- Hacivatım idman yapayım da, sıkıldım hep evde durmaktan!

Hacivat Karagöz’ü radyodan işittiği bir haberi müjdeler.

- Hadi iyisin iyisin Karagözüm; sana bir müjdem var; biz ihtiyarlara haftada bir birkaç saatlik sokağa çıkma müsadesi var. Yürüyüş yapabileceğiz, kaslarımızı çalıştırabileceğiz. Haleti ruhiyemizi tashih edebileceğiz.

Karagöz sevinir bu habere.

- Hacivatım sen çok yaşa!.. Çocuklar gibi sevindirdin beni. Seni de sevindirsinler emi!..

Hacivat ve Karagöz birlikte sevinirler bir maniyle mola verirler sohbetlerine.

“Özgürlük zaruretten evde kalmaktır. Bazen de özgürlük sokakta nefes almaktır.”

SAYMIYORUM

Bu sene ramazan pek güzel geldi. Tazecik bahara...

Yeni ve çipil yapraklara yağmur değince, görüntü şeffaf bir incelikle büyü gibi yayıldı arka bahçeye. Sahurda yediğim hamur işinden olsa gerek, erken susadım bugün. İnce ince yağan yağmurun toprağa kattığı kokuyu içime çekip, etrafa saldığı serinliğe yüzümü dönmek adına balkona çıkıyorum.

Orada iki yaramaz erkek çocuk oturuyor. Esmerce çocuklardan biri, bayağı toplu bir oğlan, yemekle, abur cuburla arası iyi belli.

Diğeri sarı, çipil bir erkek çocuğu, daha önce de görmüştüm çillerinin yüzüne çizdiği o güzel tabloda bir sevimlilik var.

Bu sene ilk oruçlarını tutmuşlar, çok acıkmışlar. Bir liste sayıyorlar birbirlerine gülüyorum o kadar yerlerse çatlayacaklar oysa bir tas çorbayla iyice küçülen mide doluyor zaten.

Çikolata yüzünden aralarında bir dalaş başlıyor. Birinin sevdiğini diğeri sevmiyor. O yenmez be diyor biri.

Sahura da kalkmışlar ama bizim sıska sarı çocuğa gülmüş ailesi. Uyuklaya uyuklaya yemek yemiş.

- “Oğlum öyle çok uykum vardı ki gözümü gerçekten açamadım, ellerimle tuttum yine yine kapandı gerçekten gözlerim kapalı yedim yemeğimi.

Ne kadar tanıdık geliyor bana benim de başıma gelmişti bu uyur yerlik hâli anımsıyorum, gülüyorum. Öyle sessiz gülüyorum ki beni duymasınlar. Yoksa bu hoş sohbeti sonlandırabilirler.

Sohbetleri devam ediyor. Çorbaya geçiyorlar birden, ne ara çikolatadan çorbaya geçtik anlayamıyorum. Tabi o ara ben uyur yerlik hâlimi düşünmeye başlamıştım.

Annesi sevmediği çorbayı yapıyormuş, bir de kocaman tencere kadar bir tasla dolduruyormuş çorbasını, üstelik ben çikolata orucu tutuyorum diyor, ama çorbamı bitirmeden yedirmiyor çikolatamı diyor. Yapsın tavuk suyu çorba içeyim diyor. Alt tarafı tavuğu suya koyacak sonra da içine o ince uzun makarnaya benzeyen şeylerden atacak diyor.

Ah zavallım şehriye demeye getiriyor, bu sefer de şef oldu bizimki tarif veriyor, yine gülüyorum. Bu sefer elimi ağzımla kapatıyorum çünkü az biraz sesli güldüm galiba...

Tekrar söz alıyor esmer olan:

- “Patates kızartmasını çok özledim” diyor “neden kızartmıyorlar anlamıyorum, susatır diyor annem”

Ne kadar sıkıntı yaşamışlar zavallıcıklar, şöyle güzel bir patates kızartsam bir tencere tavuk suyu çorba yapsam, e zaten sevdikleri çikolataları da öğrendim tatlı niyetine de onu yerler. İftara diyorum iftara acaba çağırsam gelirler mi?

-“Ya oğlum kaç gündür oruçluyuz biz?” diye soruyor esmer olan “sanki yıllardır oruçluyum gibi geldi bana” diyor.

Sarı çilli çocuk cevap veriyor:

-“Kaç gün olduğunu saymıyorum” diyor, “sayınca sanki hiç bitmeyecek gibi geliyor bana” diyor...

Sanki kırk yıllık oruçlu gibi konuşuyorlar...

Aaaaa ama bir dakika bende saymadım sahi kaçıncı günü oldu bugün ramazanın?

Sen sevgili okur, içinde sakladığın o küçücük çocuğun orucunu tut bugün, senin sevdiğin ne varsa sofraya onu koyan annenin hatırına tut ve o günlerin hatırına benim için de öp elini...