Diller arası alışveriş, târih boyunca olmuştur ve bu alışveriş devam etmektedir.
“Dil” deyince öncelikle dinleme-konuşma-okuma-yazma becerileri aklımıza gelir. Bir dil, anadil ya da yabancı dil olarak toplumsal iletişimin olduğu ortamlarda öğrenilir. Yâni insanoğlu, doğduktan sonra her hangi bir dile mâruz kalmazsa dil becerisi kendiliğinden ortaya çıkmaz ve zamanla kaybolur. Mesela nâdiren de olsa tespit edilen, ormanda hayvanlar tarafından büyütülen insanların konuşma becerileri gelişmemiştir. Dahası, bu gibi kişilerin belli bir yaştan sonra dil öğrenmeleri de mümkün değildir. Doğuştan sağır olan insanların dilsiz olmasının sebebi de budur. Aslında dilsizlik diye bir şey yoktur; dilin öğrenilmesine engel olan sağırlık vardır.
Kültür Dili
Dilin, fonetik tarafını oluşturan ses ve dil bilgisinin yanında, kültürel tarafı da vardır. Dilin bu tarafı, dilin gelişmesinde toplumsal bir özellik taşır ve daha önemlidir. Dilin sözlü ve yazılı olarak kullanılma şekli, başka dillerle olan alışverişi, yeni kelimelerin üretilmesi gibi birçok unsur, dilin kültürel tarafını oluşturur.
Diller arası alışveriş, târih boyunca olmuştur ve bu alışveriş devam etmektedir. Bunda coğrâfî göçler, savaşlar, coğrâfî keşifler etkili olmuştur. Günümüzde ise bu alışverişte en önemli etken, teknoloji ve iletişimdir. Artık fizîken temas kurmadığımız coğrafyalar hakkında bilgi edinmemiz kolaylaştığı gibi, bu kolaylık belli dillerin hâkim hâline gelmesine de sebep olmaktadır. Bâzı uzmanlar ve akademisyenler bu durumu “küreselleşme” olarak tanımlamaktadır. Artık dipsiz bir kuyu hâline gelen küreselleşme tartışmalarında gözden kaçan başlıklardan biri de dildir. Mesela, küreselleşme karşıtlarının “evrensel dil” gibi hiçbir bilimsel tarafı olmayan iddiaya karşı her hangi bir muhalif tavırları yoktur. Başta İngilizce olmak üzere “resmî sömürgecilik” döneminde yaygınlaşma fırsatı bulan Fransızca, İspanyolca, Almanca, İtalyanca gibi dillerin evrensel dil olduğu iddia edilir.
Ancak burada bu dillerin sâdece lisan olarak kullanılmasından daha dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O husus da, bu dillerin berâberinde gelen kültürdür. Örneğin İngilizce konuşulan bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nin küreselleşmede alternatifsiz model olmasının sebebi, İngilizce’nin en çok konuşulan yabancı dil ya da ikinci dil (L2) olması değil, Amerikan kültürünün yaygınlaşmasıdır.
Bir Dil Olarak Sinema
Dünyâyı korkutarak yöneten ve bunu ordusu (US Army) ile yapan Amerika Birleşik Devletleri’nin teknolojik imkânlarla donatılmış ordusundan daha etkili bir gücü vardır: Sinema. Adını, Kaliforniya eyâletindeki Los Angeles kentinin bir bölgesi olan Hollywood’tan alan Amerikan sinema endüstrisi, kültür dilinin üretilmesi, kullanılması ve yaygınlaşmasında politika merkezidir. Bir sosyal antropolog olarak gönül rahatlığıyla iddia edebilirim ki, Hollywood başlı başına “Hollywood Antropoloji” gibi bilimsel bir dal oluşturacak kadar zengin bir alandır.
Sinema endüstrisinde Hollywood’un tartışılmaz üstünlüğü vardır. Bu üstünlüğün en basit delili, dünyânın en “saygın” ve prestijli sinema ödülünün, “Oscar” olarak bilinen Amerikan Sinema Akademisi Ödülleri olmasıdır. Altın Ayı, Altın Palmiye gibi diğer bütün ödüller, Oscar’a giden yolda sâdece birer adımdır.
Amerika bu gücü çok iyi kullanır. Amerikan ordusunun dünyâda yaptığı yıkım tepki alırken, Amerikan kültürünün diğer kültürleri yok edip kültürel zenginliği fakirleştirmesine sebep olan Amerikan sineması hiç tepki almaz. Amerikan sinema dili ve bu dili kullanan akıl, kendi ordusunun yaptığı vahşeti eleştirip, Amerikan sinema dilini ve kültürünü “cici” gösterecek kadar da zeki ve kurnazdır. Bu da, Amerika’ya dünyânın gelecekteki kültürünü yâni yaşam şeklini üretme ve bu kültüre hükmetme (emperyalizm) şansı veriyor. Ve anti-emperyalistler bunu hiç hissetmiyor.
Hollywood’un Gücü Nereden Geliyor?
Amerika’nın bu gücü elde etmesinde, ülkenin ekonomik gücü ve sinema sektöründeki kurumsal yapılanma ve ciddiyetin rolü en önemli etkendir. Örneğin, bir filmde bir sâniye görünen bir figüran veya sette kullanılan karavanın tekerliğini şişiren işçi bile sigortalıdır ve parasını alır. Hollywood’taki yapımcılar veya yönetmenler, onca skandalla ortaya çıkan ahlaksızlıklarına ve sapkınlıklarına rağmen, işlerinde liyâkat sâhibidir. Bir film ekibinde başrol oyuncusundan, ışıkçısına, makyajcısından ulaşımcısına kadar herkes işini nasıl yapması gerektiğini bilir ve yapar. Bunlar Amerika’nın onca vahşiliğine ve Hollywood’taki onca ahlaksızlığa rağmen, Amerikan sinemasını, dünya kültüründe en güçlü erk durumuna getirmiştir. Yâni, sosyal ahlakları çok zayıf olmasına rağmen, iş etikleri onlara bu gücü sağlamaktadır.
Türk Sineması’nın Dili
Yüz yıldan fazla bir geçmişi olan Türk sineması, Türkiye’nin yaşadığı kültürel bozgunlardan ve hâlâ yaşamakta olduğumuz kültürel tutarsızlık ve belirsizlikten nasibini almıştır. Türk sinemasının içinde bulunduğu durumun ilk günah keçisi 1970’lerdeki seks filmi furyasıdır. Ancak asıl sorun, o ahlaksız yapımları piyasaya sürenlerin meslekî etik ve kültürel altyapı konusundaki zâfiyetidir.
Diğer bir günah keçisi de televizyondur. Televizyon yaygınlaştığı için sinema filmlerinin seyredilmediği ve sektörün gelişmediği söylenir. Ama aynı televizyon Amerika’da çok daha fazla sayıda vardır ve filmler televizyonda da yayınlanır.
Türk sinemasındaki temel sorun, yapımcıların kullandığı sinema dili ile Türk seyircisinin kültür dilinin örtüşmemesidir. Yâni Türk sineması, kendi seyircisinin kültür ve gönül dilini kasten konuşmamaktadır. Halka hitap etmeyen filmleri “entel film” ya da “sanat filmi” diye yutturmaya çalışan, set ekibini maddî olarak mağdur eden, oyuncuların bu işi birinci veya tek iş olarak yapmasını engelleyen güvenceleri kendilerine potansiyel tehdit olarak gören yapımcılar, bir tekel oluşturmuşlardır. Bu tekel, zaman içinde el değiştirse de, sektördeki demokratik olmayan iktidâr anlayışı değişmemektedir. Bu tekelin verdiği diktatöryal iktidar ile kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yiyip içmeyen ve yaşamayan oyunculara veya oyuncu adaylarına mesleklerini yapma imkânı verilmemektedir. Bu tekelin iktidarına biat etmeyenlerin yapımları, gösterime girecek sinema salonu bulamamaktadır. Kamu ve özel kuruluşlardan verilen destek ve teşvikler, köşe başlarını tutan bu tekelci zihniyet tarafından ganimet ya da sus payı olarak kullanılmaktadır. Maalesef “karşı mahalle”nin çocukları da, esas meselenin bu olduğunun farkına varamamaktadır.
Türk sinemasındaki kültüre ve dile hâkim olan bu etik zâfiyet ve liyâkatsizlik, Türk sinema dilinin yâni Türk sinemasının yaygınlaşmasındaki ve dünyâya açılmasındaki en büyük engeldir. Çünkü bu dil, öncelikle Türkiye’de karşılık bulmamaktadır.
Sorun Çözümsüz Değil
Türkiye’de yakın geçmişe kadar müzmin ve çâresiz olarak görülen ama çözüldüğü için şimdilerde unutulan birçok sorun gibi bunun da çâresi vardır. Bunun ilk işâreti, Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki ümit verici gelişmeler gibi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Kültür” kanadında yapılacak yapısal değişiklikler olabilir. Bu değişiklikleri bir tedâviye benzetebiliriz. Bu tedâvide kullanılacak ilaç da, panzehrin zehirden yapılması gibi, yine sektörün kendisidir.
Herkesin “bir dokun bin ah işin” durumunda olduğu Türk sinemasının kurtuluşunun Cihangir kafelerinde oturup ahkâm kesmek olmadığı anlaşılmıştır. Şikâyet eden herkes elini taşın altına koymalıdır. Çözüm için fikri olan herkes, yetkili kurumlardan gelecek dâvetlere eli dolu gidecek şekilde hazırlığını yapmalıdır. Ben yapıyorum. Bakalım gelecek günler neler gösterecek?!