Geçen yazıda genel anlamıyla sanatın oluşması ve evriminin hangi iktisadi şartlara dayandığını incelemiştik.
Bu yazıda ise Sanayi Devrimi ve Kapitalizme geçince sanatın mahiyetinin nasıl ve ne yönde değiştiğini inceleyeceğim. Bu bağlamda ekonomik sistem ve sanat ürünlerinin birbiriyle karşılıklı etkileşim içinde olduklarını da göreceğiz.
Analize geçmeden önce önemli bir noktayı hatırlayalım. Sanat talebi boş zaman faaliyeti olarak geçmektedir ve bu da insanların çalışma saatleriyle doğrudan bağlantılıdır. Buna ek olarak, sanat talebi dini zümrelerin ibadet ritüellerine dair taleplerine ve yönetici elitlerin kendi şahsi isteklerine de bağlıdır. Aynı zamanda sanatın –özellikle sesli ve yazılı sanatların- bir iletişim aracı olduğu da unutulmamalıdır. Sanat eseri arzı ise, genel anlamda, diğer mal ve hizmet arzlarından farklı olarak yegane – tek (ing. unique) bir ürünü içerir. Buna göre her sanat eseri kopya edilemeyecek tek bir üründür, arzı bu manada fiyattan bağımsızdır. Dolayısıyla sanat eserinin fiyatı tamamen talebe bağlıdır.
Kapitalizm öncesinde, bir sanat eserleri piyasasından bahsetmek gerekirse bu sadece yüksek zümre sanatı için geçerli olabilir. Halk sanatı, karşılığında belki içecek bir tas çorba veya yatacak yer alınan, şairlerin ve çalgıcıların (bizde aşıklar ve ozanlar) icra ettiği, çoğunlukla nesilden nesile geçerek dönüşen anonim eserlere dayanırdı. Yerleşik köylüler olsun, konar göçebe yarı-göçebeler veya göçebeler olsun, halk kitlelerinin yüksek zümre mensupları gibi resim ve heykel veya yüksek zümre – saray şiiri benzeri eserlere ne ihtiyacı vardı, ne bunları tüketecek boş zamanları ne de satın alacak gelirleri vardı. Öte yandan, yüksek zümre sanatı yönetici elitler veya dini uluların taleplerine göre şekillenmekteydi. Örneğin Bach’ın Brandenburg Konçertoları Klasik Batı Müziğinin temellerini atan eserler olarak bilinmesine rağmen aslında Brandenburg Elektör’ünün şahsi siparişiyle bestelenmişti ki, bu zat, sonradan Alman İmparatorluk Hanedanı’nı olacak Hohenzollern Sülalesinin atasıdır. Yine örneğin Shaekspeare’in eserleri ancak yüksek zümre tarafından bilinirdi; bunun sebebi okuma yazma oranının çok düşük olması, bu oyunların sahnelenmesi için gerekli olan mekanların bulunmaması ve benzeridir. Bach’ın Passion’ları kilise müziği ve sonradan Klasik Batı Müziği için çok önemli temelleri oluşturmuşken, aslen kendisinin de bir mensubu olduğu din adamları sınıfının ayinlerde kullanması için bestelenmişti. Benzeri şekilde bizde, Mevlevi ayinleri Klasik Türk Müziği’nin temellerini oluşturmaktadır. Yine divan şiiri ve nesri saray mensuplarına ithafen yazılır ve yine saray mensupları tarafından satın alınırdı. Örneğin Baki’nin Kanuni Mersiyesi veya sarayda icra edilen fasıllar gibi. Mimariden hüsn-ü hatta, minyatürden ebruya diğer bütün güzel sanatlar yönetici elitlerin himayesinde gelişmiş, yönetim merkezi olan şehirlerdeki yüksek gelir grubundaki sınıflar tarafından talep edilmiştir.
Burada Türk sanatında, Batı’dan farklı olarak bir noktaya temas etmek gerekir. Batı’da din, Kapitalizm ortaya çıkana kadar çok sert bir ruhban sınıfı tarafından idare edilmiştir ki, bunlar aynı zamanda, yönetici hiyerarşinin üst basamaklarında da bulunmaktaydılar. Dolayısıyla dini eserlerin halkla temas etmesi ve halk sanatıyla sentezlenmesi mevzu-u bahis değildi. Buna karşın Türk toplumunda Sünniliğin vaz ettiği toplum modelinde bir din adamları sınıfı yoktur, aksine, din adamları yönetici otoriteye – devlete bağlı birer memurdan ibarettir. Ruhban sınıfı geleneği çok kuvvetli olan Türk boylarında bu ruhban sınıfı ihtiyacı, Sünni toplum modeliyle kavga etmeden tasavvuf vasıtasıyla gelişmiştir. Yani halkın kendi talepleri çerçevesinde tekkeler bünyesi ve etrafında oluşan bir sanat oluşmuştur. Batıda dini sanat eserlerinin halk geleneğiyle uzaktan yakından alakası yokken bizde tasavvuf musikisi, tekke edebiyatı halk sanatı ile saray sanatı arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Tabii, önemli bir noktayı da belirtmeden geçmeyelim: İslam’daki tevhit inancı gereğince heykel ve resim yapılmaması, dini/mistik bir talebe dayanan tasavvuf geleneğinde de geçerlidir. Köylü ve göçebe halkın da böyle bir talebi olmamıştır. Ancak müzik ve edebiyatın hem halk kültürünün yaşaması hem de dağınık göçebe gruplarının iletişimi açısından önemi açıktır.
Kapitalizm, geniş halk kilelerinin sanayi üretiminin merkezlerinde toplandığı bir süreç başlattı. Bu ise yeni bir tip şehrin oluşmasına yol açtı. Bu şehirde sadece yönetici elitlerin bulunmadığını, hatta bu zümrelerin azınlığa düştüğünü, sanayi işçilerinin oluşturduğu yeni bir sınıfın gelişmeye başladığını görmekteyiz: İşçi sınıfı veya proletarya. Üretim nasıl kitleselleştiyse, tüketim de kitleselleşmekteydi. Dahası çoğunluğu oluşturan işçi sınıfı için de kitleselleşmiş bir sanata ihtiyaç ortaya çıkıyordu. Kapitalizmin ilk evrelerinde ki, 18’inci yüzyılı içerir, klasik sanat anlayışında bir değişim olmadı, çünkü emek sömürüsü çok yüksekti ve proletaryanın kitleselleşmiş sanatı talep edecek geliri yoktu. Bunların sanatla irtibatı ancak kiliselerde sağlanıyordu. Ancak zamanla, özellikle 19’uncu yüzyılda, hem proletaryanın geliri yükselmeye başladı, hem kitleselleşmiş milli eğitimin tornasından geçmeye başladılar ve hem de çalışma saatleri git gide düşmeye başladı. İşte bu çağda, halk müziği ve şiirinden esinlenen, her toplumun kendi yerel özelliklerini ve toplumsal psikolojisini içeren Romantizm akımı ortaya çıktı. Romantik akım plastik sanatlar, edebiyat ve müziğin geniş halk kitlelerine yayıldığı (matbaalarda basılan binlerce kitap, büyük konser salonları ve müzeler) ve her toplumun milli kültür değerlerini yansıtarak birbirinden farklılaştığı milli sanat eserlerine de yol açtı. Bu devir Romantizm’in olduğu kadar idealizmin (ülkücülük) ve milliyetçiliğin de yükselme çağıydı.
Proletaryanın, her ne kadar eskiye nazaran daha iyi durumda olsa da, hayat şartlarının çok iyi olduğu söylenemezdi. Bu ise kaçınılmaz olarak, daha önce tarım toplumlarında rastlanmayan bir şekilde sömürülen sınıfın savunusuna dayalı siyasi akımların oluşmasına zemin hazırladı: Sosyalim ve türevleri. Artık sanat, sadece estetik veya dini kaygılarla değil, ama sanayi toplumunda siyasi görüşlerin savunusu için de kullanılır hale eldi. Öyle ki, 19’uncu asırda yetişen büyük siyasi liderler çoğunlukla sanatçılardan oluşmaktaydı. Bu ise sanatın bir muhalefet işlevi üstlenmesine neden oldu. İktidarların da eli armut toplamadığı için, iktidar yanlısı siyaset akımları da sanata yansıdı.
Özetleyecek olursak, 19’uncu yüzyılla birlikte, geniş halk yığınlarına ulaşan bir sanat eserleri piyasası ortaya çıkmış ve sanattan ----saraya dalkavukluk yapmadan – ciddi paralar kazanma şansı doğmuştu. Öte yandan, siyasi düşünceler, yükselen milliyetçilik ve sosyalizm akımları sanatın hem siyasileşmesine hem de dünyevileşmesine yol açmıştı. Bu da, sanat eserlerinin hem arzı hem de talebi üzerinde dinin belirleyiciliğini azaltmıştı. Yani sanat hızla sekülerleşmeye başlamıştı. Buradan Pazartesi devam edelim.
Hayırlı Cumalar.