Geçmişi özlemek insan olarak, toplum olarak vazgeçemediklerimizdendir. 1966 yapımı Ah Güzel İstanbul filmi farklı televizyon kanallarında sabahın erken vakitlerinde gösterilirdi.

Başka siyah beyaz yerli filmler de. Sahneler arasında hem eski insanları hem de eski İstanbul’u bulmanın mutluluğunu yaşardık. İstanbul’un tenha olmasına takılırdı aklımız. Seyrek arabalar, son demlerini yaşayan mahalle kültürü ve elbette son İstanbullular. Film bittiğinde gözlerimizi etrafa diker o günlerin geçmiş olduğuna hayıflanırdık, hala da hayıflanırız. Ama çoğumuz oradaki Sadri Alışık olmayı göze alamaz. Nasıl alsın ki? Beylerbeyi’nde köklü bir ailenin mirasçısı olan Haşmet İbriktaroğlu’nun bir baltaya sap olmamış, vurdumduymaz hali ancak sinema ekranında kıymetlidir. Ancak rol icabı meftun olunan bir karakterdir. Ah Güzel İstanbul’un senaryosunu Safa Önal ve Ayşe Şasa birlikte yazmış, Atıf Yılmaz da çekmiş. Arkas Holding de bu filmin restorasyonunu sağlayıp ömrünü uzatmış. Eski Güzel İstanbul’u arayan bir eski İstanbul filmi, çok yaşasın.

Günümüze geliyoruz. Güzel İstanbul’u aramaya çıkıyoruz. Arama dedik de eski İstanbul’un güzel fotoğrafçısı Ara Güler’i kaybettik, bu şehrin hayallerini fotoğraflayan Haşmet İbriktaroğlu’ndan sonra o da gitti. Kalabalık yollarda, balık istifi toplu ulaşım araçlarında hayatımızı sürdürüyoruz. Vapura binmek bile zaman kaybı, çok daha hızlı şekilde yer altından geçiveriyoruz kıtaları. İstanbul’u görmeden ama? Evet, İstanbul’u görmeden.

Güzel İstanbul eski de mi kaldı? Değil. Sadece İstanbul’un güzelliğini görecek zamanımız yok. Yani? Yani şu: Parayı İstanbul’dan daha çok seviyoruz. Sıkışık restoranlara tıkılmayı, alışveriş merkezlerinde gün boyu alışveriş yapmayı ve elbette İstanbul’u ıskalamayı.

Sultanahmet yerinde duruyor, Beylerbeyi de… Sadri Alışık’ın Ayla Algan’la oynadığı İstanbul değişse de semtler yerli yerinde. Dedik ya vaktimiz yok. Eleştirmeye gelince vaktimiz bol. Eski güzel İstanbul’u son model cep telefonlarımızın ekranlarında görüp yerel idarecilere suç atmaya bayılıyoruz.

Kadim şehre layık olmaya gelince…

Öyle bir derdimizin olduğunu düşünmüyorum. Hafta sonu Sultanahmet’e gittiğimizde turistlerle dolu bir semt görüyoruz. Yerli yabancı fark etmez. Her köşede fotoğraf çektiren turistler. Çocuğunun elinden tutup eski İstanbul’u aramaya çıkmış aileler? Ne gezer.

Onlar daha çok AVM’lerdeki yemek katlarında telefonlarının başında veya yeni keşfettikleri popüler yemek mekanlarında lezzetli tabakların fotoğraflarını çekiyorlar. Eski güzel İstanbul yanı başımızda duruyor. Sultanahmet, Süleymaniye, Eminönü… Yok. Yeni nesil biraz Karaköy ve Balat’a gidiyor. Güzel karelerini yakalayıp geri dönüyor.

Seyyar fotoğrafçı Haşmet İbriktaroğlu ise ortalarda görünmüyor. Hem görsek ne değişecek ki? O zamankilerin taktığı kulpla Miskin Haşmet der geçerdik.

Meselenin özü şurada etrafımıza değil, karşımızdakine değil sadece kendimize bakıyoruz. Haşmet İbriktaroğlu’nu unutulmaz kılan hayatına başka hikayeleri dahil etmesiydi. Şimdi kendimize bakıp kendimizi çekiyoruz. Özçekim dönemini yaşıyoruz.

Ah Güzel İstanbul, başkalarını hikayelerimizin içine dahil etmeye başladığımız yerde devam ediyor. Filmi restore ettiğimiz gibi gönüllerimizi de tamir etsek bakın ne kadar güzel bir İstanbul ortaya çıkıyor.