Pazartesi günkü yazımda serbest dış ticaret ile kalkınmanın, gelişmekte olan ülkeler özelinde, birbiriyle çeliştiğinden bahsetmiştim.
Bu ise, birçok iktisatçının, gelişmekte olan ülkelerde serbest dış ticareti bir süreliğine ertelemeyi savunmalarına yol açmıştı. Bu “bir süre” ile kastedilen mezkûr ülke belli bir sermaye birikimini sağlayana kadar gereken süreydi. Bu yüzden, teoriye göre, gelişmekte olan ülkeler “korumacı” politikaları, gelişmiş ülkeler de “serbest dış ticareti” savunmalıydılar. Ancak bugün tam tersi bir durum vardır. Yani, gelişmiş ülkeler “korumacı” politikaları, gelişmekte olan ülkeler de “serbest dış ticareti” savunmaktalar. Bu çelişkinin sebebi teorinin yanlışlığı değildir, ama teorinin geçerli olduğu şartlar değişmiştir. Bugün, değişen bu şartları “Küreselleşme” genel kavramıyla tanımlıyoruz.
Küreselleşmenin birçok tanımı vardır. Bu tanımlardan “Dünya küçük bir köy oldu!”, “İletişim devrimi başladı!”, “Dünya devleti ve dünya vatandaşlığı” gibi bir takım sloganlar da üretilmiştir. Gerçekte küreselleşme bu sloganlarda simgelenen bütün insanların daha önce olmadığı büyüklük ve hızda bütünleşmesini içerdiği kadar, insanların daha önce olmadığı kadar bencilleşmesi ve bireycileşmesini, toplumların hızla ayrışmasını, aile değerlerinin ve dayanışmanın ortadan kalkmasını da içermektedir. Yani, küreselleşme kendisi ile aynı yönde olanlar kadar kendisi ile çelişen ve çatışan eğilimleri de beslemektedir. Fakat burası işin “laf salatası” olan kısmıdır. İktisatçılar için küreselleşmenin tanımı hem daha tekniktir hem de bir iktisatçının küreselleşme konusuna ilgisi çok farklı alanlardadır. İsterseniz bunları özetleyelim.
Küreselleşme, güncel haliyle, “devletlerin resmi iradelerinden bağımsız olarak kendiliğinden piyasa şartlarında oluşmuş, sanayi ürünleri ile hizmetlerde serbest ticarete ve her türlü sermayenin ve enformasyonun ülkeler arasında sınırsız dolaşımına dayanan dünya çapında bir yarı-ortak pazara” intibak sürecidir. Yarı ortak Pazar ile “emek yoğun mallar ve tarım ürünlerinde ticaretin engellemelere maruz kalındığı ve yüksek kalifiye emek dışında emeğin serbest dolaşımının olmadığı” kastedilmektedir. Yani ülkeler arası haber akışları sınırsız ve anlık, ülkeler arası para akışları (tabii ki para çıkışları da) kontrolsüz, ülkeler arası fiziki sermaye hareketlerinin serbest olduğu ve büyük çoğunlukla sanayi ürünlerinin serbest ticaretinin olduğu dünya çapında bir bütünleşme süreci… Pekiyi bu ticareti nasıl etkiler? Arz edeyim…
Hatırlayacaksınız, dış ticaret teorisinin egemen anlayışı ülkeler arası ticareti “karşılaştırmalı üstünlüğe” dayandırmaktaydı. Yani sermaye bol – gelişmiş ülkeler sermaye yoğun mallarda, emek bol – gelişmekte olan ülkeler de emek yoğun mallarda ihracat yapaktaydılar. Burada, en önemli varsayım ülkeler arası faktör hareketlerinin ve ülkeler arası teknoloji farklarının olmaması idi. Bu şu anlam gelir: Alman firmaları fabrikayı Almanya’da kurup, ürettikleri malları dışarı satarken, Çin’de veya Türkiye’de fabrika kurup üretim yapamazlar! Bu varsayım, 1950’ler, 60’lar hatta 70’ler için geçerlidir, ama 2000’ler sonrası için anlamsızdır. İkinci varsayım olarak da, Almanya’daki bir otomotiv firmasının üretim teknolojisi ve know-how (bilgi - beceri) düzeyi Türkiye’deki bir otomotiv firması ile birebir aynıdır. Bu varsayımlar, hem kendi zamanlarına uygundurlar hem de ülkelerin ve sektörlerin sermaye emek yapısını veri olmasını sağlarlar. Zaten teoride anlatılan dış ticaret sebebi de ülke ve sektörlerin sermaye emek oranlarındaki farklılıklardan oluşan karşılaştırmalı üstünlüklerdi. Bugün, sermayenin ülkeler arası sınırsız hareketi her bir ülkenin sermaye emek oranını ve dolayısıyla karşılaştırmalı üstünlüklerini değiştirmektedir. Bu durumun ülkeler arası teknolojik farkların olup olmamasına bağlı olarak iki farklı sonucu olacaktır.
a- Ülkeler arası Teknoloji Farkları Yoksa: Egemen iktisat anlayışının tutucu ve bağnaz modellerinde, ki bu modelleri ortaya atanlar sistemin nimetlerini yiyen iflah olmaz küreselleşme taraftarı ve serbest piyasacı iktisatçılardır, ülkeler arası teknoloji farkları yok sayılır. Bu durumda, gelişmiş ülkelerde fazla olan sermayenin getirisi – kârlılığı düşükken, gelişmekte olan ülkelerde fazla olan sermayenin getirisi – kârlılığı yüksektir. Bu yüzden her türlü sermaye gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere akacaktır. Bu süreç, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin sermaye emek oranları eşitlenene kadar devam eder. Ülkeler arası karşılaştırmalı üstünlükler giderek azalır ve dış ticaret için bir gerekçe kalmaz. Yani, egemen iktisat göre, ülkeler arası sermaye hareketleri dış ticareti ikame eder ve zaman içerisinde dünya ticaret hacmi daralır. Ülkeler arası gelişmişlik farkları da çok azalır. Bu modeli kullanarak bizim gibi ülkelere demektedirler ki, “Ne uğraşıyorsunuz yatırımlarla, kalkınmayla arkadaşım! Bakın Almanlar, Japonlar gelecek fabrika kuracak, yabancı bankalar kredi ve kredi kartı verecek, teknoloji getirecek; siz de oturduğunuz yerde zengin olacaksınız!” Ama Vehbi’nin kerrakesi öyle değildir. Ülkeler arası teknoloji farkları muazzamdır.
b- Ülkeler arası Teknoloji Farkları Varsa: Ülkeler arası teknoloji farkları varsa, o zaman işler değişmektedir. Bu durumda yüksek teknolojili ülkeler teknoloji yoğunluğu yüksek mallarda, düşük teknolojili ülkeler de teknoloji yoğunluğu düşük mallarda karşılaştırmalı üstün olacaktır. Bu durumda dünyadaki küresel bankacılık sistemi finansal sermayeyi (yani fon ve kredileri) paylaştırırken, gelişmiş ülkelerde teknoloji yoğunluğu yüksek sektörlere yatırımı desteklerken, gelişmekte olan ülkelerde de teknoloji yoğunluğu orta düzeyde sektörlere yatırımı destekleyecektir. Öte yandan az gelişmiş ülkelerde de teknoloji yoğunluğu düşük sektörlere yatırım finanse edilecektir. Benzeri şekilde, büyük uluslararası firmalar, gelişmiş ülkelerde teknoloji yoğunluğu yüksek sektörlere, gelişmekte olan ülkelerde teknoloji yoğunluğu orta düzeyde sektörlere ve az gelişmiş ülkelerde teknoloji yoğunluğu düşük sektörlere yatırım yapacaktır. Yani şu olacaktır: Almanya “nano teknoloji” gibi yeni teknolojilere yatırım yapıp büyük katma değer içeren uzay sanayi, kimya sanayi, elektronik makine teçhizat ve robot imalatında uzmanlaşırken, Türkiye araba kaportası, patenti yabancılarda olan beyaz eşya ve benzeri üretiminde ve örneğin Tanzanya da – işi yapan yabancı şirketler olmak şartıyla- atlet – don – patiska üretiminde uzmanlaşacaktır. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olacaktır.
Dünyada hakim olan akademi ve matbuat, sanki “a” şıkkı geçerli imiş gibi yazıp propaganda yapmaktadır, ancak buna mukabil, “b” şıkkının geçerli olacağını da bilmektedirler. İşte bu ahval ve şerait içerisinde, gelişmekte olan ülkelerin bazılarında merkezi hükümetler büyük KİT’lerle sermaye birikimini yüksek teknolojili sektörlerde arttırmakta, büyük yabancı firmaların yüksek teknolojili yatırım yapmasını teşvik etmektedir. Bu ülkeler, küreselleşmenin yol açtığı şartları politika vasıtasıyla değiştirip kendi kalkınma hızlarını arttırdılar. Karşılaştırmalı üstünlüklerini değiştirip, gelişmiş ülkelere rakip oldular. Onların yarattığı rekabettir ki, Trump ve avenesine kabus gördürmekte ve serbest ticaret karşıtı korumacı politikalara yönelmelerine neden olmaktadır.
Bir de küreselleşmeye teslim olan gelişmekte olan ülkeler vardır. Bunlar “piyasa gerçeklerine” iman etmiş, “piyasa profesyonellerini” peygamber kabul etmiş, Mevlana gibi kapılarını herkese hoşgörüyle açmış, küresel sermayenin onlara biçtiği rolü tevekkülle kabul etmişlerdir. Bu ülkeler de, serbest ticaret yanlısıdır. Ama bu serbest ticaret onların kalkınmasını değil, müstevlilerin onlara biçtiği rolün pekişmesini sağlar. Patronlar emperyalistlerin küçük ortağı, yöneticiler emperyalistlerin tezgâhtarı ve çalışanlar da emperyalistlerin uşağı / paryası olmaya devam eder. Böyle olunca da, bu tip gelişmekte olan ülkelerde şairler hüzünle karışık bir yakarıyı dillendirirler. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek gibi:
“ Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Hayırlı Cuma’lar…