Pazartesi günü 2022 Nobel İktisat Ödülünü alan Diamond–Dybvig Modeli'ni tanıtmıştım.
Pazartesi günü 2022 Nobel İktisat Ödülünü alan Diamond–Dybvig Modeli’ni tanıtmıştım. Modelin ana teması dışa kapalı bir ekonomide tamamen mudilerin güvenine dayalı konvansiyonel bankacılık sisteminde oluşabilecek mevduat kaçışlarının olası sonuçları ve bu sonuçların önlenmesi için mevduat sigortası uygulamasının önerilmesi idi. Model 1983 yılında yayınlanmıştı. Bugün yaklaşık 40 sene sonra dünya çok farklı bir yer, kapitalist ekonomiler çok daha fazla karmaşık ve birbirine bütünleşiktir. Modelin yazıldığı dönemde, özellikle Anglo-Sakson ekonomilerinde, konvansiyonel bankacılık çok katı kurallara sahipti ve daha çok tek şubeli şehir bankalarına dayanmaktaydı. Dünyada ne borsalar bu kadar büyük hacimli ne de bugünkü kadar birbiriyle bağlantılıydı. Döviz kuru sistemleri büyük oranda sabit ve kontrollü kur sistemleri idi. Ülkelerin dış finansman sağlayacağı büyük hacimli küresel finans piyasaları daha oluşmamıştı. Borç akışını IMF idare ederken, gelişmekte olan ülkelere kalkınma kredi ve programları Dünya Bankası üzerinden yürütülmekteydi. Bankalar, finans kurumları ve reel sektör firmalarından her biri kendi ülkesinde iş yapmakta, uluslararası şubeleri çok ender görülmekteydi. Yani küreselleşme daha hayatımıza girmemişti. Böyle bir dünyada Diamond–Dybvig Modeli en muhtemel kriz kaynağı olabilecek bankacılık sektörünün, gerekirse, kamu tarafından desteklenerek korunması gerektiğini söylüyordu. Mudiler paniğe kapılıp paralarını çekmesin diye Hazine veya Merkez Bankası’nın mevduata güvence vermesini yani bankaların borcuna kefil olmasını önermekteydi. Bu politika önerisinin arkasındaki ana fikir de “bireylerin kendileri açısından makul olabilecek kararlarının böyle kriz anlarında toplumsal açıdan yıkıcı etkilere yol açabileceğiydi.” Bu da ana akım iktisadın ya da Sayın Nebati’nin betimlemesiyle “ortodoks iktisadın” ana varsayımıyla çelişmekteydi: “Bireyler için makul olan toplum için de makuldür.” Bu varsayımın kabulü piyasalara devlet müdahalesinin reddi, varsayımın reddi piyasalara devlet müdahalesinin kabulü anlamına gelmekteydi.
Bugünkü dünyada Diamond–Dybvig Modeli’nin önerdiği uygulamalar hemen hemen bütün ülkelerde hayata geçirilmiştir. Bugün hiçbir ülke mudilerin panik halinde para çekmesi ile başlayan mevduat kaçışlarına dayalı bankacılık krizi riski altında değildir. Bizim ülkemizden örnek verecek olursak 2001 krizi sonrasında TMSF batık bankaları devralmış ve mudileri mağdur etmemiştir. Ancak o gün bulunmayan ya da henüz yeni başlamış olan küreselleşme sürecinin getirdiği çok farklı riskler bugün bulunmaktadır. Dolayısıyla bankacılık krizleri ve döviz krizleri iç içe geçmiş vaziyettedir. Bugünkü yazımda biraz bu risklerden bahsedeceğim.
KÜRESELLEŞME SÜRECİ NEDİR?
Küreselleşme iktisadi açıdan “bütün dünyada teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlarla ve devletlerin ortak kararından bağımsız olarak gelişen kısmî ve fiilî bir küresel Ortak Pazar oluşma sürecidir.” Ortak Pazar “bir veya daha fazla ülke arasında gümrük duvarlarının kaldırıldığı, her türlü mal ve hizmetin serbestçe ticaretinin yapıldığı ve yine her türlü üretim faktörünün serbest dolaşımının mümkün olduğu” bir ekonomik bütünleşme modelidir. Küreselleşmenin tanımında bulunan “kısmî Ortak Pazar” ile kastedilen iki temel durum vardır: Birincisi yüksek teknolojili ürünler ile sanayi mamullerinin ticaretinin bütün dünyada serbest olmasına rağmen tarım mamulleri ve düşük teknolojili ürünlerde ticaretin kısıtlamalara tâbi olmasıdır. İkincisi ise, her türlü sermayenin ülkeler arası serbest dolaşımı mümkün ve hatta ülke yönetimlerince teşvik edilirken, niteliksiz emeğin serbest dolaşımı çok sıkı önlemlerle kısıtlanmaktadır. Sonuç olarak 1980’lerde başlayan süreç daha çok gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında bir oyuna dönüşmüş ve küreselleşme sürecinden az gelişmiş ülkeler dışlanmıştır.
KÜRESELLEŞME SÜRECİNİN YOL AÇTIĞI EŞİTSİZLİKLER
Ana akım iktisat yanlıları (sıradan vatandaşın anlayacağı şekilde ifade edersek “serbest piyasa ekonomisinden, dışa sınırsız açılmadan ve özelleştirmeden” yana olan, kamuoyunda “liboş” olarak bilinen bir takım “aydınlatılmışlar”) küreselleşme sürecinin fakir ülkeler ile zengin ülkeler arasındaki farkın kapanmasına ve aynı zamanda her ülke içinde zengin ile fakir kesimler arasındaki eşitsizliğin azalmasına yol açacağını savunmaktaydılar. Çünkü teorik olarak küreselleşmenin bütün ülkeler arasında hem emeğin hem de sermayenin serbest dolaşımı anlamına geldiği bildirilmekteydi. Yine herkesin anlayacağı şekilde ifade edelim: Fakir bir Afganlı iş bulamayacağı kendi ülkesinden kalkıp rahatlıkla İngiltere ve Fransa’ya giderek orada yaşayabilecekti. Yine meselâ kendi ülkesinde düşük fiyatla satılan tarım mamullerini bir Türk firması hiçbir engel tanımadan İtalya veya Fransa’da şube açıp oralarda satabilecekti. Teoride idealize edilmiş bir şekilde anlatılan küresel ekonomideki gerçekler pratikte hiç de böyle değildir. Dolayısıyla teorideki ideal modelde rastlanması gereken sonuçlar pratikteki kusurlu veya kısmî küreselleşmede bambaşka sonuçlarla yer değiştiriyordu. Ancak “liboş” ismiyle bilinen “aydınlatılmış kardeşlerimiz” sanki teoride bahsedilen ideal dünya varmış gibi o ideal dünyanın sonuçlarının gerçekleşeceğini savundular. Buna inanarak yapanlar muhakkak “yetersiz bilgi sahibi olmakla” veya “çok saf olmakla” tanımlanabilir. Bile bile yanlış bilgilendirme yapanların ise solcuların tabiriyle “komprador, emperyalist işbirlikçisi” veya sosyal bilim jargonuyla “lümpen entelijansiya” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıda tanımladığımız çarpık küreselleşme süreci gelişmiş ülkelerdeki tasarruf fazlalarının ya da atıl fonların gelişmekte olan ülkelere dış borç olarak servis edilmesi ve yine gelişmiş ülkelerde bolca üretilen yüksek teknolojili sanayi ve hizmet sektörü ürünlerinin gelişmekte olan ülkelere ihraç edilmesine yol açmaktaydı. Öte yandan çarpık küreselleşme süreci, gelişmekte olan ülkelerden nitelikli işgücünün yüksek teknolojili sektörlerde çalışmak için gelişmiş ülkelere göçüne ve orta teknolojili sanayi ve hizmet sektörü ürünlerinin gelişmiş ülkelere ihraç edilmesine neden olmaktaydı. Her (akılcı ve planlı) ülke kendi tarım sektörünü korurken dışarıdan gelecek niteliksiz işgücüne kapıları sıkı sıkıya kapatmıştı. Bu durumda niteliksiz işgücünün bol olduğu düşük gelir grubunda bulunan ve alt yapı sermayesi yetersiz olan az gelişmiş ülkeler, ne fazla işgücünü dışarıya gönderebilmekte ne de dışarıdan kalkınma kredisi temin edebilmekteydi. Bütün bunlara ek olarak bu ülkelerin en yoğun olarak üretebildiği tarım mamullerinin dışarıya ihracı da sıkı kısıtlamalara tâbi idi. Sonuçta bu ülkelerde artan nüfus, yetersiz eğitim ve sağlık hizmeti yaygın fakirliğe, iç savaşlara ve gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere kaçak olarak giren milyonlarca göçmene yol açtı.
Küreselleşme süreci hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde yapısal değişimi de zorlamaktadır. Yapısal değişim ise her ülkede ciddi direnişe ve küreselleşme karşıtı hareketlere sebep olmaktadır. İlk önce gelişmiş ülkeler…
Gelişmiş ülkelerde orta düzeyde teknolojiye sahip sanayi ve hizmet sektörü ürünlerinin üretimi ciddi maliyet içermekteydi. Öte yandan, bu sanayiler gelişmekte olan ülkelerde daha düşük maliyetle ama aynı kalitede üretilebilmekteydi. Çözüm bu sanayileri gelişmiş ülkeden gelişmekte olan ülkelere taşımakta bulundu. Yani doğrudan dış yatırım. Ancak bu süreç ilerledikçe, gelişmiş ülkelerde tasfiye edilen sanayilerde çalışan işgücünün artan işsizliği, bu işsizlerin yüksek teknolojili sektörlerde istihdam edilmesinin zorluğu artan bir yapısal işsizliğe dönüşme eğilimindeydi. Gelişmiş ülkelerde hızla büyüyen yüksek teknolojili sektörlerde çalışabilecek nitelikli işgücü ise (başta Hindistan ve Çin olmak üzere) gelişmekte olan ülkelerde “beyin göçüyle” sağlanmaktaydı. Yani örneğin Amerikan ekonomisinde orta seviyeli teknoloji üretimi yapan firmalar kapanır ve işçileriş de işsizler ordusuna katılırken Çinli, Hintli ve Türk doktorlar, finansçılar ve bilgisayar mühendisleri Amerika’da çok yüksek maaşlarla istihdam edilmeye başlandı. Gelişmiş ülkelerdeki tasarruf fazlaları ucuz dış borç olarak gelişmekte olan ülkeler akarken Dolar, Avro, Sterlin ve benzeri para birimleri değer kaybederken, TL, Yuan, Rupi ve benzeri para birimleri değer kazanıyordu. Bu gelişmiş ülkelerdeki orta ve orta alt sınıfların yaşam standardının düşmesi anlamına geliyordu.
Gelişmekte olan ülkelerde ise durum farklıydı. 2000 -2015 arası Küreselleşme bu ülkelerde orta ve orta alt sınıflarının refahının artmasına, ucuz dış borçla ekonomilerin hızlı büyümesine yol açarken hane borçluluk oranları ve dış borçlar artmaktaydı. Planlı ve stratejik kalkınmayı hedefleyen (Çin, Güney Kore ve benzeri) birkaç istisnai örneği ayrı tutarsak, gelişmekte olan ülkeler orta teknolojili sektörlerde üretimi arttıran ve borçlanma etkisiyle geçici bir refah artışı yaşayan ülkeler oldular. Doğal kaynak üreticisi olan ve planlı kalkınma uygulayan ülkeler haricindeki gelişmekte olan ülkelerde cari açıklar, artan dış borç ve teknoloji tüketicisi üretim yapısı bu ülkelerin uzun dönem büyümesini de istikrarsız hale getirdi. Bu ülkelerin üretiminin ve finans piyasalarının dış borca hassas bağımlılığı uygulanan yanlış makro iktisadi politikalarla birleşince cari açığa dayalı dönemsel krizlere neden oldu.
Yerimiz şimdilik doldu. Devamı Pazartesiye…