Tarih boyunca büyük yapısal değişim dönemlerinde hep büyük dirençler olagelmiştir.

Şu anda bütün dünya bir dönüşüm sürecinde. Bunun ana amili teknolojik değişimdir. Benim Hocamın Hocasının Hocası Joseph Alois Schumpeter teknolojik değişim süreçlerini uzun dalgalarla özdeşleştirmişti. Ben de buradan alacağım ve iktisadi değişimin kültürel etkilerine sözü getireceğim.

Tarih boyunca büyük yapısal değişim dönemlerinde hep büyük dirençler olagelmiştir. Değişime karşı bu toplumsal ve kurumsal dirençlerin temelinde yeni oluşacak yapının servet, statü ve iktidarlarını azaltacağı kurum ve zümrelerin itirazları bulunmuştur. Bu kendi açılarından haklıdır, kimse “attan inip eşeğe binmek” istemez. Ancak teknolojik değişime bağlı olarak gerçekleşen kurumsal ve toplumsal değişimin belli bir zaman aldığı (belki 20 yıl yani bir kuşak), eski sistem çürür ve bozulurken yenisinin hemen anında inşa edilmediği de bir vakıadır. İki toplumsal yapı arasındaki döneme “geçiş süreci” diyelim. Geçiş süreçlerinde gözlemlenen en önemli özelliklerden biri de toplumsal ve kültürel yozlaşmadır. Yani teknolojik değişime dayalı iktisadi altyapı değişiminin sonucunda sadece menfaatlari zedelenenlerin itirazları değil aynı zamanda geçiş sürecinde oluşan toplumsal ve kültürel yozlaşmaya da tepkiler de doğar. Bu ikisi çoğu zaman birbiri ile karışır ve karıştırılır. Sosyal bilimcinin ödevi de bu olguları birbirinden ayırmaktır.

TEKNOLOJİK GELİŞME VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Sosyal bilimlerde hâkim olan genel yaklaşım belli bir toplumsal ve iktisadi sistem içindeki çatışmaların analizine dayanır. Her toplumsal sistemin arkasında belli bir üretim tarzı bulunmaktadır. Her üretim tarzında da üretilen gelirin ve servetin paylaşılması temel çatışma konusudur. Pekiyi üretim tarzlarını belirleyen şey nedir? Üretim teknolojisi. Sosyal Bilimlerin birçok alanında teknolojik gelişme süreçlerinin sebep ve sonuçları ile ilgilenilmemesinin veya bunu bir bilim kurgu eseri gibi “hoş bir fantezi” olarak değerlendirilmesinin sebebi, teknolojik gelişmenin uzun on yıllar içinde gerçekleşmesidir. İnsanlar daha çok bugünün acil sorunlarına bir çözüm bulunmasını isterler, gelecekteki muhtemel değişimlerin sonuçlarıyla pek ilgilenmezler. Tam da bu yüzden, özellikle geçiş dönemlerinde üretim yapısı ve buna bağlı olarak insanların tüketim kalıpları ve yaşam tarzları değişirken bu değişimi açıklamakta sosyal bilimciler başarısız olur. Yanlış teşhislerde bulunur ve yanlış tedaviler önerirler. Aynı zamanda geçiş dönemlerinde eski sisteme dayalı toplumsal kurumlar yeni ihtiyaçlara cevap veremediği ve yaşam tarzı değişiminin dayattığı yeni toplumsal norm ve değerler tam olarak yerleşmediği için, norm ve değerleri olmayan, bir toplumsal örgütlenmenin içine girmeyen insan yığınları peyda olur. Bu yığınların sergilediği yaşam tarzı ve tüketim kalıpları toplumsal yozlaşmanın göstergesi olarak görülür.

Yeni bir üretim teknolojisi dünya bazında gelişmeye başlayınca, ilk önce üretimde iş bölümü değişir. Yani üretimde kullanılacak işgücünün miktarı ve niteliği, fiziki ve beşeri sermayenin üretimdeki payları ve bütün bunların örgütlenmesinde etkili olan girişim gücünün niteliği ve iş yapma tarzı değişir. Bu değişime liderlik eden yeni ürünlerin üretildiği yeni sektörlerde değişim olmaz, çünkü bu sektörlerin bir geçmişi yoktur ki değişsinler. Teknolojik değişimin etkisi en fazla bir önceki üretim sürecinden kalan yerleşik sektörlerde gözlemlenir. Bunlar arasında teknolojik değişime uyum sağlayan sektörler ayakta kalır ama üretim tarzlarını, işgücü ve sermaye yapılarını ve iş yapma tarzlarını değiştirirler. Bu sektörlerde değişim bir maliyet getirir. Bu maliyeti kaldıramayan firmalar piyasadan çekilir. Bu yüzden teknolojik değişimin birinci etkisi belli bir süre artan işsizliktir. Teknolojik değişime uyum sağlayamayan sektörler ise bütün olarak çökerler.

Her toplumsal yapı kendi içinde üretimden yüksek gelir ve servet payı elde eden ve yeni teknolojiye uyum göstermesi yüksek maliyetli olacak çevrelerden şiddetli muhalefet görür. Ancak bu değişimi kendi ellerindeki medya organlarında ve parasal destek verdikleri siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yerleşik kültürel değerlere aykırı ve yerleşik kurumları yıkıcı bir unsur olarak gösterirler. Bu muhalefeti şiddetlendirmek için işsiz ve çaresi kalan yığınları tahrik ederler. İki teknolojik paradigma arasındaki geçiş süreçlerinde, işte aidiyeti ve kimliği meçhul kalmış bu yığınlara dayalı popülist siyaset öne çıkar. Popülist siyaset için “yeni kuşakların talepleri” ve “yeni yaşam tarzının getirdiği ihtiyaçlar” “yerli ve milli” değildir. “Dış mihraklar”, “üst akıl” ve “dünyayı yöneten karanlık konseyin” birer oyunudur. Dayandıkları işsiz güçsüz, kimliksiz ve aidiyetsiz insan yığınları da bu “geçiş sürecine” tepkilidirler. İsterler ki, geride kalmış yaşam tarzlarını yani toplumsal ve iktisadi yapı içinde aynen sürdürsünler. Ancak bu pek mümkün değildir.

GEÇİŞ SÜRECİ NEDEN UZAR?

Akıllı bir devlet teşkilatı teknolojik değişimin yol açtığı bu olumsuz etkenleri olumluya çevirebilir. İşsiz kalanları yeni teknolojik yapıya adapte ederek istihdam edebilir, belki bir müddet eski iktisadi ve toplumsal yapıları yeni sisteme uyumlu hale gelinceye kadar sübvanse edebilir, eğitim sistemini bir anda değiştirmek yerine zamana yayarak modernize eder. Bütün bunları demokrasi içinde yapmak isterlerse, devletin popülist siyasete karşı koruyucu mekanizmalarının olması gerekir. Oyunun kurallarını popülist siyasetçiler değil ama devletin bürokrasisinin belirlemesi gibi.

Eğer geçiş süreci iyi yönetilemezse, toplum birbirine düşman iki veya daha fazla parçaya bölünebilir. Hadi biz buna iki parça diyelim: Eski yapıdaki yaşam tarzını (giyim ve yeme içme alışkanlıkları ile eğitim, dini kurumsal yapı ve aile yapısı gibi kurumlar) koruyarak yeni yapının sağladığı gelir ve servet imkânlarından faydalanmak isteyen bir parça ile yeni üretim yapısının dayattığı yeni yaşam tarzına uyum sağlamış diğer parça. Bu durum gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde farklı şekilde tezahür eder. Gelişmiş ülkeler bizatihi teknolojik değişimin öncüsüdür, bu değişimden dünya çapında elde edilen büyük gelirlerin aslan payını alırlar, doğal olarak da elde edilen bu gelir fazlasını toplumun yeni yapıya uyum sağlaması amacıyla dönüştürmek için kullanılırlar. Gelişmekte olan ülkeler ise teknolojik gelişmeden sağlanan gelirin küçük bir parçasına sahiptirler. Eldeki bu gelir kaynağı toplumun nispeten belli bir seçkin azınlığının yeni sisteme uyum sağlamasına yeterlidir. Dolayısıyla eskide kalmış yaşam tarzını sürdürmek isteyen kimliksiz ve aidiyetsiz yığınlar toplumun çoğunluğunu oluşturur. Eğer bu ülkeler, hasbelkader, demokrasi benzeri halkoyuna dayalı bir siyasi sisteme sahipse popülist partilere gün doğar. Bu partiler kimliksiz ve aidiyetsiz gürûhu yeni üretim tarzına dayalı yeni yaşam tarzına karşı tahrik ederler: “Batı taklitçisi” derler, “elitler” derler, “dinsiz ve imansız” derler. Bu durumda iktidar popülist partilerin eline geçer. İşte bu durumda eskisinin kalmadığı ama yeni toplumsal ve milli konsensüsün de kurulamadığı, kimlik çatışması yaşayan bir toplum olarak uzun süre geçiş sürecinde kalırlar. Geçiş sürecinde kalmak “popülist partilerin” çıkarınadır. Kavgadan ve itiş kakıştan onlar nemalanırlar.

GEÇİŞ SÜRECİ NE KADAR KALICIDIR?

Geçiş sürecinin uzun sürdüğü bir toplumda ve popülist partilerin hâkim olduğu bir siyasi yapıda yeni üretim tarzının sağladığı bütün imkânları talep eden ama o yeni üretim tarzına uygun üretim yapmayıp aynı zamanda eski yaşam tarzını devam ettirmek isteyen yığınlar milletin çoğunluğunu oluşturur. Yani üretim yapmadan, o üretimin gerektirdiği değişimi gerçekleştirmeden, yeni sistemin nimetlerinden faydalanmak isteyenler çoğunluktadır. Kimse kimseye bedava ekmek vermez. Böyle bir irrasyonel yapı gelişmiş ülkelerden gelecek dış borç, teknik destek ve bilimsel bilgiye muhtaçtır. Bunun için her ne kadar “yerli ve milliyiz” deseler de, her zaman, bir “büyük abi” bulup onun kuyruğuna yapışmak zorundadırlar. Bazı gelişmekte olan ülkeler petrol ve doğal gaz gibi doğal kaynak ihracatçısı oldukları için bu irrasyonel sistemi devam ettirebilirler. Diğerleri ise, dışarıdan kaynak temin edebildikleri ölçüde geçiş sürecini uzatırlar. İktisadi Kalkınma Teorisi’ndeki Bağımlılık Okulu ve Bağımlılık Teorisi tam da bunu anlatır. Emperyalistler için bu gibi ülkeler her istediklerini rahatlıkla yaptıracakları birer piyondan ibarettir.

Bazı okuyucularım sorabilir: Bu tip ülkelerde popülist iktidarlar “bağımsızlık” politikası izlemezler mi, hiç? Eğer izlerlerse, bu aslında, bir abiyi bırakıp başka abinin emrine girmekle gerçekleşir. İçerideki kimliksiz yığınlara da “Biz dünyaya meydan okuyoruz!” diye nutuk atarlar.