Dünya tarihine bakıldığında salgın hastalıklardan ölen insanların sayısının savaşlarda ölenlerden daha fazla olduğu görülmektedir.

Malum, dünyada en çok konuşulan ve hatta birçok insanın kâbus görmesine sebep olan olay Koronavirüs’dür. Çin’de patlak veren bir salgın hızla yayılıp can almaya başlayınca, ilk önce Çin’de neredeyse Türkiye büyüklüğünde bir bölge karantina altına alındı. Bunun dış ticarete olumsuz yansıyacağı tahmin ediliyordu ama işin bu kadar büyüyeceği kimsenin aklına gelmemişti. En son aldığımız haberlere göre, Çin’den mal siparişleri iptal edilmekte, Çinli firmaların katılımları askıya alındığı için ciddi sayıda fuar iptal edilmiş bulunmaktadır. İki senaryo masada bulunmaktadır. İyi senaryoda, Çin’de başlayan bu salgının bir – iki ay içinde kontrol altına alınması beklenmektedir. Kötü senaryoda ise virüsün kontrol altına alınamamasının yansıra, tedavisinin bile bulunamaması ve 2020 yılının tamamında Çin’in dünyadan büyük oranda tecrit olması konuşulmaktadır. Bugün itibariyle Çin ekonomisinin 2020 yılını en iyi senaryoda yüzde 1-3 büyüme oranıyla tamamlayacağı, kötü senaryoda ise yüzde 1-1,5 civarında küçüleceği düşünülmektedir. Elbette ki, bunun dünya ekonomisine ve bize de farklı etkileri olacaktır.

SALGIN HASTALIKLARIN ÇIKIŞININ SEBEPLERİ

Dünya tarihine bakıldığında salgın hastalıklardan ölen insanların sayısının savaşlarda ölenlerden daha fazla olduğu görülmektedir. Antropologların bulgularına göre avcı toplayıcı topluluklarda salgın hastalık izlerine rastlanmamaktadır. Bunun sebebi bu toplulukların hem küçük gruplar halinde yaşamaları hem de çok fazla yer değiştirmeleri olabilir.

Salgın hastalıkların ilk çıkışı ilkel tarım toplumlarının oluşması ile başlar. Bu ilk tarım toplumlarında tarımsal üründe elde edilen fazlalık ambarlarda saklanmaktaydı. Bu ambarlar farelerin cazibe noktası haline geliyordu. Yine ilk tarım toplumları yerleşik olarak kalabalık gruplar halinde kasabalarda yaşamaya başladılar. Bu ise biriken çöp ve dışkı sorununu oluşturdu. Bugünkü anlamda modern bir kanalizasyon şebekesinin ve çöp toplama hizmetinin olmadığı bu toplumlarda, insan nüfusu belli bir düzeyin üzerine çıkınca salgın hastalıklar baş göstermekteydi. Bazen bu salgınlar yüzünden küçük kasaba nüfuslarının neredeyse tamamı telef olmakta, kalanlar ise başka diyarlara göç etmekteydiler. Dolayısıyla salgın hastalıklarda birinci sebep yüksek nüfus olarak tanımlanabilir.

İkinci sebep uluslararası ticarettir. İlk ve orta çağlar boyunca, ülkeler bugün olduğu gibi birbirine entegre değildi. Dolayısıyla her ülkedeki insanlar o ülkenin iklim ve coğrafi özelliklerinde orijinal olarak var olan mikro organizmalara, parazitlere ve virüslere bağışıklık kazanmışlardı. Bazı durumlarda insanlar bu virüs ve parazitlerin de taşıyıcısı oluyorlardı. Ülkeler arası ticaret zenginlik getirdiği kadar hastalık da getirebilirdi. Söz gelimi Hindistan’dan gelen bir tacir Hint iklimindeki parazit ve virüslere bağışıklık kazanmış ve bunların taşıyıcısı olmuş olabilirdi. Bu tacir Avrupa’ya ve/veya Akdeniz havzasına geldiğinde ise taşıdığı virüs veya parazitleri buna bağışıklığı olmayan insanlara bulaştırabilir ve aniden bir salgını başlatabilirdi.

Üçüncü sebep vahşi hayvanlardır. Orta çağlar boyunca, özellikle Transilvanya bölgesinde anlatılan vampir ve kurt adam hikâyelerinin ana sebebi kurt, köpek veya yarasalardan bulaşan kuduz mikrobudur. Kuduz hastalığına kapılıp deliren ve birer canavara dönüşen insanlar bu hikâyelerin kaynağını teşkil etmektedir. Sıtmanın sivrisineklerle, tifüsün bitlerle ve vebanın farelerle yayıldığını da ekleyelim.

Dördüncü sebep kontrolsüz cinsel ilişkidir. Özellikle AIDS ve frengi gibi hastalıklar cinsel ilişki yolu ile bulaşmaktadır. Hemen hemen her çağda kalabalık ticaret merkezlerinde beyaz kadın ticareti ve fuhuş suç ekonomisinin en yaygın dalını teşkil etmiştir. Böyle olunca da, bu gibi yerlerde, salgınların baş göstermesi ihtimali artmaktadır.

Beşinci sebep, modern çağlarla beraber insanlık tarihine giren biyolojik savaştır. Bunun ilk örneği İnka ve Azteklerde yaşanmıştır. İşgalci İspanyollar İnka ve Azteklere çiçek mikrobu bulaşmış battaniyeler verdiler. Bu mikroba hiç alışmamış, bağışıklığı olmayan yerliler salgın hastalığın pençesine düştüler.

Günümüzde modern tıbbın gelişimi ile birlikte bilinen salgın hastalıkların da büyük oranda kökü kazınmıştır. Bunda hem şehirlerde yaşamın çok daha steril olması, hem de aşı uygulamalarının büyük payı vardır. Son elli yılda antibiyotiklerin geliştirilmesi de hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde önemli mesafe aldırmıştır. Buna rağmen 20’inci yüzyıl sonundan bugüne kadar çok yeni virüsler, beklenmedik salgın hastalıklar ortaya çıkmıştır. İsterseniz bir hatırlayalım: AIDS, Ebola, SARS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, Kene salgını ve şimdi de Korona virüs… Bunların çoğu da Asya ve Afrika’nın kalabalık ve görece fakir ülkeleri kökenlidir.

KORONA VİRÜS

Koronavirüs’ün Çin’de çıkışı çok şaşırtıcı olmaz. Hatırlanacağı üzere SARS, Kuş Gribi, Domuz Gribi gibi salgınlar da Asya kökenliydi. Öncelikle çok kalabalık nüfusu ve insanların balık istifi yaşadığı şehirleri ile Çin bir salgının başlangıcı için uygun bir coğrafyadır. Öte yandan yine kalabalıktan dolayı hemen hemen her türlü canlıyı içeren de bir mutfakları vardır. Bu da yine salgının sebepleri arasında sayılmıştır. (Bir çeşit yarasanın yenmesinden kaynaklandığı iddia edildi.) Yine Çin, dünyanın ticaret ve üretim merkezi haline gelmiştir. Bu da Çin’de insan ve mal trafiğinin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Bu da muhtemel salgın sebeplerinden birisidir.

Ancak bizi en çok heyecanlandıran soru “Bu salgının kökeninde bir biyolojik savaş mı var?”, sorusudur. Böyle bir ihtimal ikinci bir soruyu akla getirmektedir: “Kim, niçin böyle bir biyolojik savaş başlatabilir?” Bu sorunun cevabı nettir: ABD. ABD hem bu salgını başlatacak profesyonel bir sağlık endüstrisine sahiptir, hem de kendisi için en büyük iktisadi rakip olarak gördüğü Çin’in iktisadi büyümesini zedelemek işine gelmektedir. Yine de ben bu ihtimali çok yüksek görmüyorum.

DENGESİZ VE SÜRDÜRÜLEMEZ BÜYÜME HIRSININ MALİYETLERİ

Burada defaatle yazdığım gibi kapitalizmin doğası gereği dengesiz ve sürdürülemez büyüme süreçlerine yol açması çok muhtemeldir. Bu hızlı büyüme arzusu bazen iktisadi etkenler temelli krizlere yol açarken, bazen de doğanın dengesinin bozulması sebebiyle yaşanılan doğal felaketlere de yol açmaktadır. Çünkü insan, diğer canlılardan farklı olarak kendi yapay eko – sistemini kuran ve doğayı tahakküm altına alıp değiştirebilen bir canlıdır. Kendisi doğaya uymaktansa doğayı kendine uydurmak istemektedir. Son zamanlardaki bilimsel gelişmeler, insanın doğayı kontrol, denetim ve değiştirme gücünün neredeyse sınırsız hale geldiğini bize göstermektedir: Örneğin genetiği değiştirilmiş gıdalar, canlı klonlanması ve benzeri. Ancak doğayla oynadığımız, onun düzenini değiştirdiğimiz vakit hiç beklenmedik maliyetlere de katlanmak zorunda kalmaktayız. Aşı ve antibiyotiklere karşı bağışıklık geliştirerek evrimleşen, buna bağlı olarak da tedavisi olmayan salgın hastalıklar, küresel ısınma ve benzeri…

Biraz sert bir ifadeyle yazımı tamamlayayım: İnsanlık, aslında, dışarıdan bakıldığında doğanın kendi içinde oluşmuş kanserli bir dokuya benzemektedir. Bildiğiniz gibi, kanserli dokular organizmanın kendi içinde başka bir şeye, vücuda düşman asalak bir yapıya dönüşmesidir. İnsan da, doğa içinde olmakla birlikte, doğayı kendi istekleri doğrultusunda değiştiren bir varlıktır. Ancak bunun kendisinin de baş edemeyeceği sonuçlarıyla da karşı karşıyadır.