Eskiden resmen sömüren ve resmen sömürülen belliyken, şimdi özgür(!) dünyâda her şey küresel. Bağımsızlığı için mücâdele verilen, kan ve can fedâ edilen ülkelerin ve devletlerin sınırları sâdece gümrük kapılarında anlam ifâde ediyor.
Târihin daha önceki dönemlerinde de yaşanmış olmasına rağmen, bir çağa adını veren “kolonizasyon”, Avrupa’nın zincirlerini kırarak dünyâyı tanıma cesâreti gösterip kendi coğrâfî keşiflerini yapmaya adım atmasıyla başlar. Kristof Kolomb’un 1492’de bambaşka bir amaçla Atlas Okyanusu’na açılıp bulduğu ilk kara parçasını “babasının malı gibi” İspanya kralı adına el koyması, “Kolonizasyon çağı”nın başlangıcı olarak kabul edilir. Gerçekte bu, bir kolonizasyon değil, sömürgecilik çağıdır. Bu çağ, resmî olarak 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar devam etmiştir.
Kolonileşme, ticâret yapmak için liman kurma şeklinde binlerce yıllık bir geçmişe sâhiptir. Bunu, günümüzdeki “serbest bölge” uygulamalarına benzetebiliriz. Örneğin Yunanların kendilerine mâl ettikleri Helen kültürünün habitatı olan Ege Denizi’nin her iki yakası site devleti şeklinde birçok koloniye sahne olmuştur. Helen mitolojisindeki hikâyeler bu kolonilerde geçmiştir. Bu koloni devletlerin büyüklüğü de, şimdi kalıntılarını gezdiğimiz kale ve hisarların duvarlarının çevrelediği alan kadardır. Bu kolonilerde amaç, çoğu deniz yoluyla yapılan ticâretin güvenliği için liman ve depolama alanı oluşturmaktı.
Batı kültürünün temellerini oluşturan Helen’deki bu kolonileşme anlayışı coğrâfî keşiflerin başlamasıyla âdeta reenkarne olarak tekrardan dünyaya gelmiştir. Yüzyıllarca süren Katolik-Hristiyan baskısından kurtulan Avrupa, açlığı açgözlülükle birleştirip yüzyıllarca sürecek ve sürmekte olan bir yayılma dönemi başlatmıştır.
Sömürgeciliğin yönü değişti
Kolonileşmenin çirkin yüzü olan sömürgecilikte önde gelen İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz, İtalya ve Almanya, denizaşırı topraklarda gasp ettikleri zenginlikleri Avrupa’ya taşıdılar. Boşalttıkları yerlere de tahrif ettikleri İncil’i ve çan kulelerini bıraktılar.
19. yüzyılın başında dünyanın yüzde 85’i Avrupalı devletler tarafından resmen sömürülmekteydi. Altınından gümüşüne, petrolünden elmasına, kauçuğundan pamuğuna, çayından çikolatasına kadar para edecek ne varsa, dünyanın dört yanından Avrupa’ya aktı. Sömürgeciliğin yönü yüzyıllarca “Batı’ya” oldu. Batı’nın siyâsî ve kültürel sınırları sömürgeciliğin esas amacı olarak genişlediğinde eski sömürgelerden Kuzey Amerika da zenginliklerin aktığı bu yöne dâhil oldu. Sâdece yeraltı zenginlikleri değil; etiyle, canıyla, kanıyla insan gücü de aynı yöne götürüldü. Saraylar, demiryolları, üniversiteler, müzeler, kütüphâneler, köprüler ve metrolar hep bu yeraltı ve insan kaynaklarıyla inşa edildi. Londra, Paris, New York metroları insan yerine konmayanların kas gücü ve kazma-kürekle yapıldı.
Nice sonra, işin rengi değişti. Sömürgeciliğin şekli ve yönteminde değişiklik kaçınılmaz oldu. Yoksa sistem çökecek ve sömürenler altında kalacaktı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “Batılı Efendiler”, dünyaya özgürlük bahşetmeye karar verdiler. Bu, “beyaz adamın lütfuydu”. Artık resmen ve açık açık sömürgecilik yapmanın zamânı ve modası geçmişti. Eski sömürgeler, masa başında cetvelle çizilen sınır çizgileri ve bayraklarla özgürlüklerine(!) kavuştular. Artık tüm dünya halkları kendi kaderlerini kendileri tâyin edecekti. “Batılı efendiler” sömürerek “uygarlaştırdıkları” insanları, vahşilikten(!) kurtarıp demokrasi ile yönetilecek kadar eğitmişlerdi. Dünya, daha ne isteyebilirdi ki!
Sömürge vâlisi gitti, CEO geldi
Eskiden “vâli” ile yönettikleri toprakları artık CEO’larla yöneteceklerdi. Rengi ne olursa olsun tüm insanlar artık “beyaz adam gibi” yiyecek, içecek, giyinecek, eğitim alacak, çalışacak, ev döşeyecek, eğlenecekti. Artık hiçbir fark kalmamıştı; eşitsizlikler yok olmuştu. Herkes aynı haklara sâhipti ve aynı şeyi yapacaktı.
Sömürgeciliğin değişen yönüyle, eskiden “Batı’ya” olan yön, artık “Batı’dan” şeklini almıştı. Eskiden petrol, altın, gümüş, elmas, pamuk, kauçuk, kakao Batı’ya gelirken, artık hamburger, patates, cips, kola, Jean, kızarmış piliç, TV programları, sinema filmleri, Barbie bebekler, otomobiller, uçaklar, eğitim setleri, okul kitapları, devlet yönetim şekilleri, anayasalar, toplum yapıları, şehir mimârîleri ve hatta mutluluk şekilleri ve gelecek hayâlleri Batı’dan gelecekti. Bu geliş, o kadar güçlü oldu ki, eskiden Batı’ya götürülenlerin hesâbını sormak gerektiği unutuldu. Artık dünyanın yüzde 85’i değil, yüzde 100’ü aynı ve “eşit” hâle geldi.
Eskiden resmen sömüren ve resmen sömürülen belliyken, şimdi özgür(!) dünyâda her şey küresel. Bağımsızlığı için mücâdele verilen, kan ve can fedâ edilen ülkelerin ve devletlerin sınırları sâdece gümrük kapılarında anlam ifâde ediyor.
Dün dünyanın yüzde 85’ini sömürenler, bugün dünyanın 5’ten büyük olduğu gerçeğini gizlemek için her türlü oyunu oynuyor, her türlü tehdidi savuruyor ve her türlü krizi çıkarıyor.
Sömüren ve sömürülen yan yana ve iç içe. Çoğunluk hiçbir şey fark edemeyecek kadar özgür(!) ve eşit(!).
Dünyânın en yüksek binâlarının tepesindeki en lüks restoranlarında da Afrika’nın susuzluğun ve salgın hastalıkların kol gezdiği köylerinde de Coca Cola var. Hatta gayrimüslimlerin hiçbir zaman giremediği Mekke ve Medine’ye bile Coca Colalar ve hamburger restoranları ve zincir kahve markalarıyla giriyorlar. “Ortam mesajdır” sözünü doğrularcasına Zemzem’i ve Mekke’yi kola markası yapıp aynı renkteki kutulara koyuyorlar. Ramazan’da iftar sofralarının başköşesine geçiyorlar. Eskiden koloniler kurarak yapılan kolonizasyon ve sömürgecilik, artık Coca Cola ile “Coca”lonizasyon şeklinde yapılıyor. Tek şart, soğuk içiniz ve çalkalamayınız!