Kavramlar bağlamından uzakta veya bağlamından koparılarak kullanılmaz.

Kavramlar bağlamından uzakta veya bağlamından koparılarak kullanılmaz. Bir kavramın işaret ettiği yer özneyi bağlamayabilir ancak özüne inmeden kavramlara öylesine bir takım değerler yüklemek tabiri caizse moda oldu. Kelimenin veya işaret edilen kavramı söyleyen kişi ne demek istediğinin farkında mıdır yoksa ezberlere dayalı bir takım sıradanlıkla mı hareket etmektedir? Konumuz günümüzün moda tabiri “kimin doğrusu” üzerinden yürütülen bir tartışma. Bir ortamda bir takım görüşler ortaya çıkabiliyor ama iş doğrulamaya geldiğinde hemen bir takım kafalardan iyi de hangi doğru, kimin doğrusu gibi sözler yükseliyor.

Kafa karışıklığı mı?

Ne yazık ki günümüzde kavramları doğrular ve yanlışlar olarak sınıflamamıza izin verilmiyor. Klasik düşünce sistemlerinde doğrunun adresi belli olduğu gibi yanlışın da adresi belliydi. Şimdi ise ‘kim’ sorusu ile karşı karşıyayız. Doğruyu doğru yapan yanlışı da yanlış yapan değerlerden vazgeçilmemiz isteniyor sanki. Çünkü bu kavramlara yeniden format atılıyor ama bağlamından, özünden koparılarak ve o yüzden de ‘kime göre’ doğru deniliyor. Yanlış olan bir kavramdan yola çıkılarak doğru bulunabilir mi? Hırsızın yaptığı şeye ama neden yapmış bir sor bakalım deyip onu aklayabilir miyiz? Baştan yanlış iliklenen bir düğme ile gömlek düzgün gözükür mü? Bir kafa karışıklığının ortalığı bulandırdığı belli. Ancak bu kafaların karışması durup dururken olmuyor. Neyse ki bu ayrı bir konu oraya şimdilik girmeyelim. Doğrunun adresine ulaşmamızı engelleyen bir takım kavramlar bizi bir süre oyalayabilir ama hakikatin gölgesinde olan doğrulara ulaşmak isteyenler için engel yoktur.

Kafa karıştırıcılar

Özgürlük kavramı manşete çekildi. Özgürlüğü karartan her şeyin karşısında bir duruş var artık. Elbette biz bu satırları yazarken düşünmeyelim, tartışmayalım hatta her fikre bir fobi tepkisi ile karşılık verelim demiyorum. Ancak bir düşünceyi, fikri, haberi, bilgiyi doğrulattıran en önemli şey tutarlılıktır. Doğruluğun kendi içimizde bir tutarlılığı ve tamamlayıcılığı olmalıdır. Benim doğrum dediğimiz şeylerin ne kadarı kendimizde tamamlanmış doğrulardır. Burada suları bulanıklaştıran bir şey var ki doğruyu yanlıştan mümkün olduğunca ayırmamızı engelliyor. Özgürlük içi boşaltılarak önümüze konuluyor. Böylelikle bu boş ve derin yerde doğruyu yanlışı birbirinden ayıramaz hale geliyoruz. Öyle bulanık bir hâl alıyor ki adeta doğruya doğru demeye korkuyoruz. Ya benim doğru dediğim şey başkasına göre yanlışsa! Dışlanırsam komik duruma düşersem! Bu türden cümleler aklımıza düşürülüyor ve özellikle de günümüz gençliği dayatılan özgürlük anaforu içinde kendine yer edinemediği gibi de boşlukta salınıp duruyor. Kafa karıştırıcılar bazen din görevlisi kisvesi altında bazen de bilim adamı kimliği ile yanlışları doğrulattırmada görevliler. Bunların yanında maalesef tuzağa düşen toplum önündeki isimler de var.

Hakikate götüren doğrular

Doğruluk üzerine bina edilen düşünce ve davranışlar bizleri iyiye, güzele götürür. Bir çocuğa küçük yaştan itibaren neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretmek zorundayız. Bırakalım o kendi doğrusunu bulsun mu diyeceğiz? Elindeki teli prize sokmaya hazırlanan bir çocuğu durdurmak ve yaptığının yanlış olduğunu izah etmek zorundayız. Onu başıboş bırakarak doğruyu kendi bulsun diyemeyiz. Sonucunun ölüm olacağını tahmin etmek zor değildir. Doğrular insanın içine yerleştirilmiş yazılımdır ve hepimizde vardır. O doğruları bozan ise sonradan maruz kalınan iç ve dış etkenlerdir. Hakikati yok sayarak herkesin kendi doğruları var diyerek bir yola varamayız. Herkes kendi yolundan giderse birlik beraberlik nerede olacak? Toplumu yaralayan yanlışlara o onun doğrusu diyerek hakikati sahiplenmeyecek miyiz? Dikkat tuzağa düşmeyelim.

ÇEVRİM İÇİ EĞİTİM ÇOCUKLARI BOZDU

Özellikle ortaokul yaş grubunda yaptığım gözlem ve edindiğim bilgilerden 10 ila 14 yaş arasındaki çocuklarda salgın döneminde evden eğitimin olumsuzluklara sebep olduğu yönündedir. Kendi çocuğumdan da biliyorum saatlerce bilgisayarın karşısında geçirdikleri ders saatleri ekran bağımlılığını artırdı. Normal sınıflardaki gibi 40 veya 30 dakika yapılan eğitimler yerine hap gibi kısa ve özet bilgiler verilmeliydi. Çünkü sıkılan çocuklar hemen başka ekran açıp arkadaşları ile oyun oynamaya başladılar. Bilgisayar ortamından eğitim alındığını da artık anlayan çocukların tekrar okula adapte olup sınıflara kapanıp 40 dakika derslere katlanması zorlaştı. Uyum problemleri arttı. Bilgi teknolojilerinden bi haber ders yapan öğretmenler ne yazık ki çoğunlukta. Bu nesil çocuklarla baş edebilmek için bu denli uzun okulda kalmalara son verilmeli. Onun yerine yine okulda geçirilecek zamanlar önerebilirim ancak bunları ders şeklinde değil atölyelerde kültür, sanat ve spor aktiviteleri olarak değerlendirmek durumundayız. Yoksa çocukları önümüzdeki sene de okula göndermekte çok zorlanacağız.

ANNE KIZ

Anne kız; en büyük güç. Bir bakış yeter birbirlerini anlamaya. Öyle ki daha diline dökülmeden sözcükler, anne dillendirir kızının diyeceğini. Sadece anne mi! Annesinin aklından geçenleri de okur kız hemen sözcüklere döküverir. Böylelikle anne kız şaşkın birbirlerine bakarlar koskoca bir sevgi yumağı sarar gökyüzünü. Anne kız; en büyük güç. Zorluklar ortadan kalkar annenin omuzlarındaki yük hafifler varsa hayatında kızı. Bir elmanın iki yarısıdır onlar, birbirini tamamlayan. Annenin en büyük mirası kızına bırakacağı hatıralar gün gelir boğazında düğümlenir bakışlar. Annenin anlattığı masallar sonraları okuduğu kitaplar ve verdiği öğütler paylaştıkları maskaralar ikisinin arasındaki tatlı sırlardır. Bir gün gelir kız annesi olur annesinin. Hayat bu ya, elinden tutar, bastonu olur annesinin. Bu yolculukta anne kız birbirini geleceğe taşıyan tek ruh. Sabahın ilk ışıkları gibi güneş doğsun tüm anne kız kalplerine. Hiç bitmeyen bir senfoninin şarkısıdır onlar, sonsuza dek sürecek olan.

BİLGE BAYRAKTAR

SEVGİNİN ŞEHİDİ OLUR MU?

Kadınların yükü ağır, dünyaya insanlığın devamını temin eden bir beden ile doğuyorlar. İçinde yaratanın sıfatını taşıyorlar ki ağırdır Rahim sıfatı. İnsanın taşıması güçtür ama kadınlar hayatın hangi düzeyinde, hangi ülkede ve hangi dinden olursa olsun bir ömür bunu taşırlar. Doğurma öyle bir iş ki, erkeklere verilseydi bu yükü daha güçlü bedenleri ile taşımaları daha kolay olurdu aslında. Ancak yarattığını taşımak için özellikle kadınları seçmiş Allah. Demek ki kâinatın dengesi, güçlüye değil şefkatliye, karşılıksız sevene ve hep ümitli olana ihtiyaç duyuyor.

Doğurması da şart değil, dert edinirse başkalarını, insanın kıymetini anlamışsa, ayağa kalkmışsa başkası için artık insanlığı doğuran bir ana olur. Rahim bize verilmiş ya cesurca severiz, bir an için bir ömür feda edebilecek kadar inanırız insanlığa. Bir çiçeğe kanacak kadar saf ve bir masal anlatabilmek için evladımıza anlatılan yüzlerce saçma hikâyeye inanırız biz. Bir ömür verecek kadar korunaksız yapar bizi yaratma yeteneği. Masal bizim ya, kahramanı da yaratırız gerekirse, varsın sorumsuz olsun, sevgiden anlamasın, biz onu kahraman yaparız. Öyle severiz ki biz onu, o bile artık uçacağına emindir. Ağır gelir, uçarsa yuvadan o yere çakılan kahramanlar, sorun yok evin erkeği de oluverir o kadınlar. Çalışır, savaşır, temizler, pişirir, hatta taşır, keser, lehimler artık ne gerekirse. Rahmet denizinde bereket var, yeter ki sevsin kadınlar.

Hayran bırakabilecek tazecik bedenini karnındaki bebek için feda eder kadın. Oysa kadın için erk güzelliktir, tahtından iner bebek bakar. Karnındaki derisinde beliren şarapnel izleri misali çatlaklara aldırmadan izlere inat yine de bebek yapar bir daha, kardeşsiz bırakmaz bebeğini. Gazi olur her çocukta kadın. Her zararın önüne siper olur, olmayacakları oldurur, yokları alıp var eden gibi bereket üretir, yedirir ve yemez, içirir içmez. Böylece tükenene kadar vermeye devam eder ama sevgi var ya tükenmez. Dövülür, sövülür, cinayete kurban gideceğini hisseder, yine de vazgeçmez bebeğine bakar. Kim bilir katledilen onca kadının ocağında ne yemekler pişmişti. Son düşünceleri neydi tahmin ediyorum; “yarın bu yemekler bitince kim doyurur evlatlarımı.”

Kadın böyle insanüstü bir varlık olmak üzere içine harç konmuştur. Öldürülen her kadında, kırılan her kalpte, kandırılan her masumda, sustuğunuz, engelleyemediğiniz her ölümde yaratan hesap vermek durumundayız. Gazi ise her ana, şehit midir her kadın cinayetinin kurbanı? Rahmet uğruna ölmemiş midir?

REKLAMLARDAN NASIL KURTULACAĞIZ?

İsrafa yol açan reklamları görmek istemiyoruz artık. Bunun bir yolu olmalı. Sadece zamanımızı tükettiren gereksiz dizileri ve programları besleyen reklamları da görmek istemiyoruz. Dijital platformlarda reklamları kaldıran seçenekler olsa bile sunulan içeriklerin birçoğu ürün almaya özendiren yapımlar. Anlayacağımız hayatımızı birileri tükettirmeye yönelik kurgulamış. Sürekli bir reklam bombardımanı altındayız. Televizyon reklamları, cep telefonuna gelen reklam içerikleri, başımızı nereye çevirsek açık hava reklamları hepsi serbest piyasanın doğal sonucu deniliyor. O zaman nasıl önlemimizi alacağız? Bu konuda nasıl bir refleks geliştireceğiz? Özellikle çocuklar ve gençler. En çok onlar etkileniyor bu içeriklerden. Bu içeriklere ulaşmayı ve o içeriklerde sunulan ürünleri elde etmeyi de hak görüyorlar. Peki! Ailelerin çocukları ile ilgili yani gelecek nesillere ait tüketim konusunda ne gibi uygulamalarımız var? Bu konuda düşünüyor muyuz?

ARTI EKSİ

Artı

Veli

Okula çocuğu ile ilgili bir meseleyi halletmek için gelen veli lavaboya girdiğinde yerlerin ıslak olduğunu görüyor. Birinin düşebileceğini düşünerek lavabonun kenarına bırakılmış olan çek çek ile suyu bir kenara alıyor. O sırada bunu gören bir öğretmen ve temizlik görevlisi gülümseyerek veliye bakıyorlar. Birinin kaza yapabileceğini ön görerek ve bu benim işim değil tavrından uzak bir feraset ile örnek olan veliyi artı hanesine aldık.

Eksi

İş ahlakı

Açılışı yapılacak olan yeni bir iş yerine alınan elemanın bir ay tam çalışmadan ay sonunda tam para istemesi iş ahlakına sığdıramayız. Nasılsa bana muhtaçlar işten atamazlar tavrıyla küstahlık göstermek o kişiyi işinden eder. Bu tür davranış gösteren gençlerin Türkiye’deki işsizlik istatistiklerini yükselttiğini görüyoruz. Yeni bir iş yerine girildiğinde önce sebat etmek gerekir. Üniversite mezunu olsanız dahi bir acemilik süresini atlatmanız gerekiyor. Gençler işlerine sahip çıkmalı. Sonrası çünkü hüsran ve sıkıntı oluyor.

BAKMAK VE GÖRMEK

Bakmak görmeye dair bir eylemdir. Görmek için sağlıklı insanların illa bir gözlük kullanması gerekmez. Mesele olayları basiret ve ferasetle dikkate almaktır. O halde gönül gözüyle baktığımızda muhatabımızın dolu tarafına bakmamız gerekir. İlköğretim yedinci sınıfa giden komşumuzun oğlunun derslere karşı ilgisinin az olması nedeniyle Türkçesi zayıftır. Fakat öğretmeni ona seksen puan vermiştir. Çocuk sevine sevine eve geldiğinde, onun da mesleği öğretmen olan annesine Türkçe dersinden seksen puan aldım der. Çocuğun annesi şaşırır ve çocuğuna sen seksenlik öğrenci değilsin der ve tepki gösterir. Çocuğa bak sen; gider öğretmenine ‘öğretmenim ben Türkçeden seksenlik değilmişim diyor annem’ der. Öğretmeni de çocuğa sen ‘Türkçeden seksenlik olmasan da ben sana seksen puan verdim’ der. ‘Çünkü bütün Türkçe derslerime katılmışsın. Bu benim için iyi kanaat oluşturur’ der. ‘Çünkü bu tutum seni topluma kazandırır’ der. Çocuk daha da umutlanır, motive olur.