Arayışta olan insanın bulması, ortaya çıkarması, açması gibi anlamlarda kullanılıyor keşif.
Arayışta olan insanın bulması, ortaya çıkarması, açması gibi anlamlarda kullanılıyor keşif. Güneşin doğuşu, batışı, ayın dolunay halinde görülüşü gibi. Gizli olana, sırlı olana ulaşma halidir. İnsanın kendini idrakidir keşif. Kendini bilme, yaratılışını bilmesidir. Kendi var oluşunu, dünyaya gelmeden önceki durumu kavrayıştır. İnkişaf etme, karanlıktan aydınlığa bir güneş gibi doğmadır inkişaf. Sırrı çözmektir. Tefekkürün açtığı penceredir. Var olduğunu unuttuğumuz-unuttuğumuzu sandığımız bilinmeyen bir sırrın kapılarını aralamaktır. Kendini bilme yaratanı bilmedir.
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz Keşif ve Keramet başlıklı yazısında “Keşfi” şöyle ifade ediyor; “Keşif perdenin açılması ve sır perdesinin yükselmesi suretiyle bazı şeylere agâh olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık olması, gayp olan bazı hususların meşhut hale gelmesidir. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi keşif de ani bir aydınlanma ile bazı örtülü olan ve karanlık olan şeyleri ortaya çıkarır. Keşif, genellikle belli riyazet ve mücahedeler sonucu belli kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır.”
İnsanoğlu ruhen dünyaya yabancıdır. Ne vakit dünya hayatı başlar o vakit tanış olma, bilme, keşfetme hali de zuhur eder. Lakin bunlar izafi hususlardır. Ruhların yaratılışıyla dünyanın dışındaki âlemleri keşif halindeyken birden bire değişen, kırılan, paramparça olan, hırpalanan, üzülen, sevinen, eğlenen ve hiç görmediği, bilmediği bir ortama ulaşması insanı tedirgin etmiştir. Aslında, ruhun ölümsüzlüğünün ölümlü olanla buluşma yolculuğudur beden. İki farklı yaratılışın birbirini tamamlaması, doyurması, acıktırması, yoksullaştırması ya da yaratılış sırrını keşfederek ezel defterindeki sözünü hatırlamasıyla ruhun, bedeni dünya kirlerinden olabildiğince temiz tutma gayretindeki keşfidir en büyük keşif. Bu keşif, kendini bilmeye dolayısıyla Rabbini bilmeye götürür.
Anlatılır İbrahim (as), arayışını-keşfini sürdürmektedir. Ayı fark eder. Buldum der. Sonra güneş doğar yok o değil budur diyerek şimdi buldum diye sevinir. Bir müddet sonra güneşin dünyayı terk edişini gördüğünde ise büyük bir hayal kırıklığı içerisinde doğan, görülen, kaybolup batan yeniden ortaya çıkan şeyler benim aradığım olamaz. Ben onu görmesem de, her daim var olan, onun beni gördüğünü her an hissettiğimdir benim arayıp durduğum diye keşfini tamamlar. Rahmetli Necip Fazıl’ın “Çile” şiirinde ifade ettiği gibi;
“Açıl susam açıl, açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilâhî yapı,
Bin bir avizeyle uçsuz maddede.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur
İçiçe mimarî, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur”
İnsan yaratılışı gereği, arayışında süreklilik hali vardır. Arayış; kimi zaman bedenin ihtiyacıdır ve kimi zaman da ruhun ihtiyacı olarak karşımıza çıkar. Bedenin ihtiyaçlarıyla ruhun ihtiyaçları yer yer birbirini tamamladığı, büyüttüğü, geliştirdiği, kolaylaştırdığı gibi bazen de azalttığı, yıprattığı, dağıttığı, hatta darmadağınık hale dönüştürdüğü, yıpratıp mecalsiz bıraktığı durumlar da söz konusudur. Ruh ve beden birbirinden ayrı hususiyetlere sahip olsalar da bedene hükmedebilen ruh bedeni terbiye ederek helal dairesinde bir ömür sürmesini sağlar ki bu fıtrata uygun bir yaşayıştır. Bunun tam tersi olan harama yönelme, yasak olanla ömrü geçirme, yalan dolanla işleri düzenleme, gurur ve kibirle ruhu inciterek pörsütme gibi haller ruhu yorar ve yıpratır ki böylelikle insan hem bedenen hem de ruhen hasta olur. Ruh, geldiği ruhlar âlemindeki keşfinin idrakindedir. Nurdan yaratılmış âlemin seçkinliğiyle her türlü keşfini yaptığı halde dünya hayatı onun için bir zindan haline dönüşmüştür. Bilmediği, görmediği, yabancısı olduğu bir ortama gelmiş ve her türlü dünyanın süsü, boyası, cilvesi bedenin mutlu olmasını sağlarken, ruh; tanıdık ve bildik nurani ortamları aramaktadır. Bunu beden ve ruha sahip olan insanın fıtrata uygun bir yaşayışı tercih ederek keşfini sürdürmesi icap eder. Ruhun tatmin edilmesiyle bedenin tatmin oluşu da birbirinden ayrılır. Bedenimizin yaratılışı gereği (toprak ve sudan) acıktığında yemeğe, susadığında içmeye, yorulduğunda dinlenmeye, uykusu geldiğinde uyumaya ihtiyacı vardır. Ruhun ihtiyacı ise yalnızca ibadet, zikir ve duadan ibarettir. Kalbin kırıklığının giderilebilmesi zikre bağlıdır. Açlığı da, ancak zikirle, ibadetle, tefekkürle ve duayla tatmin edilebilir.
Kuşkusuz dünya hayatı; çekici-süslü-aldatıcı kılınmıştır. Ruhun bedene olan ihtimamı aldatıcı ve geçici olanlardan uzaklaşmaktır. Akıl sahipleri, tefekkür ehli geçici olanla meşgul olmaz. Kaybedeceğini bildiği hiçbir şeyle vaktini harcamaz. Kalıcı olana, faydalı olana yönelir. Hayırda yardımlaşmak, hakta buluşmak Hakkın emridir. Hak Teâlâ bizlere akıl nimetiyle bütün bunları idrak etmemizi istemektedir. Kalıcı olan hayat ebedi olan hayattır. Dünya hayatı kalıcı değildir. İnsan ruhunun dünya hayatından(dünyadan) on kat daha büyük olduğu ifade edilir. Burada soru şöyle geliyor; Ruh bu kadar büyükse dünya ruhun neresindedir? Ya da şöyle soralım; On kat daha büyük olan ruhun sahibi olan insan, küçücük-geçici dünya hırslarından-yasaklarından-haram olan hususlardan, kötü hasletlerden nasıl kurtulabilir? Bir başka şekilde de soruyu sorabiliriz; Ruhun ölümsüzlüğünün yanında, diriliğinin yanında ölümlü olan bedenin yani dünyanın ne anlamı var?
Şerefli olarak yaratılmış, övülmüş olan insanın hayvani duygulardan uzaklaşarak meleklerden daha üstün bir vasfa sahip olduğu da bizlere haber verilmektedir. Bu demek oluyor ki ruhun yücelmesi nurani halleri büyütmekle mümkündür. Nur nasıl büyür ve çoğalır peki? Allah’ı sürekli tesbih eden ruhlar dünyası, melekler ve cinler dünyası, dünya hayatıyla birlikte bu dünyanın yaratılış sırrını keşfedebilmek ve yaratılıştaki âleme yeniden dönebilmek için uğraş vermelidir. Helale ve harama, yasaklara suçlara, ayıp-günah olan şeylerden kaçınmaya, iyi bir kul olmaya gayret etmelidir. Dünya hayatının bir sürgün olduğunu unutmamız istenmiyor. Sürgünde olan, hapiste olan insan, uyanık olmalıdır ki sürgünde fazla yara almadan sürgünü tamamlansın. Hapiste olan özgürlüğe ulaşsın. Özgürlük yolu Hakkın yoludur. Allaha iyi bir kul olmakla Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e iyi bir ümmet olmakla elde edilebilir. Değişmez insanlığın yegâne ölçüsü Kuran ve sünnete tabi olmaktır. Ruh ancak Kuranla, sünnetle sonsuzluk âlemindeki keşfine ulaşabilir. “Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş”. İnsanın asli vatanı ruhlar âlemindeki vatandır. Oradaki dostlarımızı, sevdiklerimizi, kaynaştıklarımızı arayıp durmaktayız. Dünyada kimlerle tanışıyorsak, kaynaşıyorsak, seviyorsak, kavga ediyorsak, uzaklaşıyorsak, sevmiyorsak bunun ruhlar dünyasıyla bağlantılı olduğunu unutmamak icap eder. Hiç bir şey kader çizgisinin dışında değildir. Ya da Allah cc. istemedikçe bir yaprak kımıldamıyorsa, dalından düşmüyorsa, kışın her türlü fırtınasına rağmen kopmuyorsa kop emri-düş emri gelmediğindendir. İnsan ihtiyaç sahibidir. Muhtaçlığını yaratanına arz ederek ihtiyaçlarını görür. Tıpkı evlatlarımızın babalarından-annelerinden ihtiyaçlarını görmeleri gibi. Yalvarır yakarırlar ve anneler-babalara evlatlarını kıramayıp istediklerini güçleri oranında yerine getirirler. Demek oluyor ki insan Rabbine müracaat-münacat ettiğinde Rabbimizde istediklerimizi bize veriyor. Yarattığı her varlık ona muhtaçtır ve o bütün ihtiyaçları görür-giderir.
İnsan ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Şefkate, merhamete muhtaçtır. Yemeye, içmeye muhtaçtır. Yağmura, kara muhtaçtır. Toprağa, çiçeğe muhtaçtır. Eşe dosta muhtaçtır. Aileye cemiyete, devlete millete muhtaçtır. Eşe, çocuklara muhtaçtır. Elhasıl her bir insan bir başka insana, her bir el bir başka ele muhtaçtır. Muhtaç olma; bütünüyle ateşe, suya, toprak ve havaya hem bedenen hem de ruhen ihtiyaç sahibi olduğunu ortaya koyar. Yine de bütün bunlar Yaradan’ın lütfu ve ikramıdır. Bunu böyle bilip kulluğun gereğini yapmak akıl sahiplerinin işidir. Aksi takdirde keşif yolu tıkanır. Keşfin tefekkürle derin bir bağı vardır. İlmin, irfanın ve tekniğin asli ihtiyaçları karşılayacak bir donanıma sahip olması gerekir. Bakınız Ali İmran suresi 37. Ayette şöyle ifade ediliyor; “Bunun üzerine rabbi ona hüsnükabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriya onun bulunduğu yere, mabetteki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur ve “Ey Meryem! Bu sana nereden?” diye sorar, o da “Allah tarafından” cevabını verirdi. Kuşkusuz Allah dilediğine sayısız rızık verir.” Keşif, evvelemirde tam bir teslimiyet içinde iman sahibi olmaktır. Bütün kalbiyle, ruhuyla Allaha ve resulüne iman etmiş müminler için teslimiyet sahibi olunca “Allah cc. dilediğine sayısız rızık verir.” Burada rızkı çok yönlü olarak düşünmek pekâlâ mümkündür.
İslam teslim olanların dinidir. Tevhidin anlaşılması, inanıp iman edip tevhit üzere yaşanılması mümin kullarından istenilmektedir. Kuranı Kerimde tevhit düşüncesi-inancı-akidesi ruhi ilimlerle teçhiz edilerek tabiat ilimlerinin keşfine açık olarak gönderilmiştir. Modern ilimlerin tevhidi bulmaları-keşfetmeleri icap eder. Bu yolda verilen emek mucizevi olarak Kuranın her zaman tabiat ilimlerinden önde yürüdüğü görülmektedir. Kıyame suresi 3 v3 4. Ayetlerle keşif tefekkürümüzün her daim açık kalması temennisiyle; “İnsan, kemiklerini toplayıp birleştiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet, parmaklarına varıncaya kadar yeniden yapmaya gücümüz yeter.”