Kuran, "Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti…" (Nahl 20) derken; Kiekegaard'ın mezar taşındaki "o bir bireydi" tanımı, Kuran'ın, Kierkegaard üzerine çağlar aşan izdüşümü gibidir!
Dinlerdeki genel kabulün aksine, İbrahim’in kıssası, sosyal değerlerin toplumsal usullerin değil bireyin hikayesidir. İbrahim insan için en zor olan şeyi başarmıştır. Toplumsallığın kabul etmeyeceği bir direnme göstererek, oğlunu öldürmesi durumunda, toplumun yüz karası olmayı göze almış; ailesini ve belki tüm saygınlığını yitireceğini bile bile, bireysel hareket etme cesareti ile sadakatinin peşinde gitmiştir.
Kuran, “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti…” derken Nahl süresinde; Kierkegaard’ın mezar taşındaki “o bir bireydi” tanımı, Kuran’ın çağlar aşan izdüşümü gibidir! Ve İbrahim’le kurduğu bağın sırrı olarak fısıldanır satır aralarından okuyucunun kulağına.
Yazarın, göz ardı edildiğini düşünüp ve tamamlamak istediği son derece değerli başka bir ayrıntı; İbrahim’in Tanrısının da İbrahim kadar iman ettiğidir!
İmanın “sadakat” olduğu hal karşılıklıdır çünkü!
“Hizmetkarın sadakati efendinin ona mahkumiyetidir” dediği yer tam olarak burasıdır.
Tanrının imanı!
Objektif olabilecek bir kalemden olması bu kitabı kıssanın gerçekliğinden kopartıp, manada daha değerli kılmıştır. Yazarın İbrahim’i anlama çabasındaki “hayranlık” buram buram kokar sade kahve tadında. Ve bu hayranlıkta “ayet” olmasına duyulan saygı yoktur. Öğrenilmiş değil edinilmiş bir saygı hissedersiniz okudukça. Hikayeye değil imanın bizzat kendisine duyulan saygı!
“Korku ve Titreme”nin bendeki irtifası bu yakaladığı manadaki kıymetten olunca; bu bayram tatili, baba ocağına ya da otele gittiğinizde birkaç sayfa karıştırın demekten alıkoyamadım kendimi.
Çünkü “Kurban”ın kanı değil, ruhudur sıçraması gereken suratımıza!
“İbrahim inanmıştı ve şüphe etmiyordu. O, akıl almaz olana inanmıştı. Şüphe etmiş olsaydı başka bir şey yapardı (…) Onun için zorlu bir sınav hazırlanmıştı. Ve o yaşlı adam, orada, yanında biricik oğluyla doğruldu. Fakat şüphe etmedi. Kaygıyla sağa sola bakmadı. Dualarıyla semayı mücadeleye davet etmedi. Biliyordu ki onu sınayan Kadir-i Mutlak Tanrı’ydı. Biliyordu ki bu, ondan istenecek en zor kurbandı. Ve yine biliyordu ki Tanrı, dilediğinde hiçbir kurban zorlu olmazdı. (…)”
“Dualarıyla semayı mücadeleye davet etmedi”!
“Dualarıyla semayı mücadeleye davet etmedi”!
“Dualarıyla semayı mücadeleye davet etmedi”
Biliyordu, çünkü bilinebiliyordu!
***
Yalnızca “inanç sıçraması” ile dolabilecek bir alan var Kierkeagaard Tanrı’sı ile insan arasında;
Modern insanın, mevcut çağın kaygıları ile İbrahim ve oğlunu teslim eden hali “mantık” ile algılaması olanaksızdır. Çünkü aklın, günümüzdeki tanımlamada, sonu olan bir bedene kapatılmış bir organdan öte değeri algılanamamaktadır.
Bu yüzden hikayeyi çağa taşır;
Şu gün, neredeyse inananların tamamında olan, kör bir itaate sahip olan Danimarka’daki İbrahim, şöyle bir inanca sahip olabilirdi:
Tanrı oğlumu kurban istiyor ve istediği sorgulanmaz. Sorgulanamayan fiil yanlış olamaz. Öldürmem doğru bir davranıştır ve bunda karşı çıkılabilecek bir şey yoktur. Akıl raftadır.
“İbrahim’ce” imanda ise; akıl raftan iner;
Benden oğlum isteniyor evet. Ama Tanrı oğlumu kurban etmemi isterken daha önce verdiği sözler ile çelişemez. Tanrı hak olun derse, haktır! Tanrı doğruluğu sadece emretmez, doğru olandır! Tanrı soyumun ve dünyanın kurtuluşunun oğlumdan gelecek soyun devamına bağlı olduğunu söyledi bana. Ayrıca “Öldürmek”, Adem’in çocuklarından bu yana yasaklanmıştır. Tanrı yasakladığını emretmez ve sözünde durur. Tanrı tutarlıdır.
İşte o kavrama anında imanın aklı; İbrahim’de de, Kierkegaard’da da, okuyucuda da, yaratıcının mükemmelliğinden kusurları azat edip, tüm şüpheleri silip, teslimiyet hazzından titreyen bedenler bırakmıştır arkasında.
İşte o an, “Vahdet”in yeryüzüne çizdiği en mutlak iman vardı o yürüyüşte!
KUTLU OLSUN!