Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah'tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, "…edep nezaket ve uslup meselesidir"!

Şuayp Ebu Medyen hazretleri inzivaya çekilir. Cuma namazı dışında günlerini evinde geçirir. Bir sene geçer; evinin etrafı, kapısının önü, inzivasının bitip sohbetini dinlemeyi bekleyenlerle dolar. Israr sonucu kapıda belirir. Kalabalık heyecanlıdır. Biriken kıymetli sözcükleri beklemektedirler. Hazret çıkar ama bahçe duvarındaki bülbüller havalanır. “Şayet konuşmaya salahiyetli olsaydım, kuşlar benden kaçmazdı” der ve içeri girer. Bir yıl daha kalır. Bir yıl sonra kuşlar kaçmıyor hatta yenileri gelip konuyordur…

Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah’tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, “…edep nezaket ve uslup meselesidir”!

Nehri tarif etmek için edebiyatı yetirenlere şair; mutluluğun resmini çizebilene ressam denmiş! Efsaneler ise hep haddini aşarak öğrenenlerden yükselmiş. En azından kendine karşı kendi haddini aşmak gerekiyor. Aksi halde maviyi tarif edemeyenden edebiyat, hüznü çizemeyenden ressam olmadığı gibi; kendi ötesini yaşayamayandan da insan olmuyor! İnsan için insanlıktan; insan için kendinden vazgeçmeden kendinden öteye geçen ve gerçeğinin ipini hiç bırakmadan gökyüzüne salıncak asıp yazan bir adam Ahmet Murat.

Başka bir menkıbeden hisse de Simurg üzerine:

Menzilinden vazgeçen kuşlardan birinin bahanesi şöyledir: “Ey Hüdüd ben ömür boyu çok çektim bu çektiklerim beni mahzun etti, iş bilmez etti. Çıkmaz benden bu menzil sevdasının hakkı.” Ahmet Murat burada girer devreye; “ama sayın Hüdüd; biz düşündük ki maneviyat ve melankoli sever birbirini”! Bilge Hüdüd ise şöyle der: “Dünya durmuyor ki, sen niye durursun derdinin üzerinde?”. Devamında, hatırlamak derdinde isen sadece kötüyü hatırlamak iyinin de sahibine nankörlük olmaz mı manasında sorular ile bizim pek yakıştırdığımız melankoliyi tasavvuftan çekiverir. Ne güzel irtibat kurulur “ne dert baki ne gam” üzerine…

Kaderle barışık ahlaki yeterliliği tanımlarken kimi tarif ediyorsa, tarif ettiklerini kendisinde bulduğun kaç kişi okuyabilirsin ki? İtiraf ediyorum uzunca zamandır bunca birikimi, bunca kaygısız bir dilde, sade ve tevazu ile dillendiren bir kalem ile karşılaşmadım.

Bilmek kavramıyla demleri de ayrı bir keyif; “herkesin bildiği ama okumadığı” klasikler üzerinden Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini anlatırken, dizilerin kitaplarını hatırladım. Felsefesini, popüler kültür üzerinden yedirdiğini zanneden bu utanç tablosu, “Tehlikeli Oyunlar” gibi bir üstat işini dahi hallaç etmedi mi? Çok satıldı ama yine az okundu. Çokça kapak fotoğrafı çekildi sınır dışı menşei kahveler eşliğinde. Oğuz Atay ise yine az hükmündeydi oysa. “En nadiru ke’l –ma’dum”; azın hükmü yok olan gibidir!

Az olanda kalıp koruyabiliyoruz ya güzelim yalnızlığımızı. Çok olan, hatta en çok olan yanı azınlık olması olan Ahmet Murat okurken yalnızlık ve sadeliğinin bilinçli seçiminde, büyük büyük kulaçlarda özgürce seyrediyor zihin. Bütün biriktirdiklerimizin ortak hissi bu! Biraz Felsefe retoriğiniz varsa; hele ki keyif de alıyorsanız, tanışmadan geçmeyin! Kitabın da dediği gibi, Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyümüş çocuklar olarak biz ne hacıları sevebildik ne leylekleri. Kuşlarla Sohbet edince hacı da görünürlüğünü yitiriyor leylek de. Yol kalıyor, aşk kalıyor geriye.

Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu söylerken kendine uğramıyor gibi başladığı sohbetler kendinden başka kimseyle derdi olmadığını gördüğün hikayelere dönüşüveriyor. İçini ve mahallesini temiz tutma derdinde söylemiş; ne güzel söylemiş:

İstanbul’dan gelenlerin dünyanın diğer yarısında büyü etkisi yarattığı toprakları anlatmış.

Coğrafyalar taşınmış diller değişmiş ama özde taşınan ruhun iklimi her daim İslam ile muhafaza edilmiş Türk coğrafyalarının çeşit çeşit tasavvuflar kokan topraklarını…

Sokrates’in kendisini öldürecek olan baldıran zehrini içmek için beklerken flütle öğrenmeye çalıştığı yeni ezgi gibi bir filozoflukla; “yarın kıyamet kopacak olsa ağaç dikin” diyen güzelin ümmeti olmayı içselleştirmiş umutla anlatmış.

Modernliğimiz yalnızlığımızı, yalnızlığımız geleneğimizi sömürürken; çağdışı bir primisivist gibi mağara adamlığında sığlaşmadan, derdinin, insan fıtratında bir yakışıklık olduğunun altını çize çize anlatmış.

Çünkü radyo dinleyenlerin televizyon izleyenlerden daha özgür olduğu gerçeği vardır. Böylece hayal gücün kadar geniş sınırların olur ki zenginlik budur. Ruhunun derinliklerindeki tabiatla dışarıdakini karşılaştırdığında yeni bir dil imkanı doğar bu sınırsızlıktan. Yunus’un su değirmeninden duyduğu sesi, inilti ve acı olarak duyması sonucu yazdığı “dertli dolap” nasıl açıklanabilir ki başka.

Hülasa:

Ahmet Murat manevi yorgunluğuna niyet ile çözüm buldurmuş mu bilmeyiz ama bize onun anladığı manada “Allah bereket versin” demek düştü.

Arketiplerin efendisi. Satır aralarından konuşabilmenin piri...

“Biz doğuluları konuşmayı severiz ama kendimizden bahsetmeyi değil” demiş.

Biz bahsettik; hakikat şahitliğine şahitlik olsun!

Hissettik ki:

“Kuşlarla Sohbetin Şartları” sadece yazılmış değil pratikte uygulanmış bir kitaptır Ahmet Murat’ın avlusunda…