Törene katılan hem Erdoğan'ın hem de Putin'in projenin bu aşamaya getirilebilmiş olmasından duydukları memnuniyeti yüzlerinden de sözlerinden de anlamamız mümkündü.
Bu hafta Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin (NGS) ilk nükleer yakıt alma töreni gerçekleşti ve Türkiye Dünyada nükleer tesise sahip ülkeler arasına girdi. Törene katılan hem Erdoğan’ın hem de Putin’in projenin bu aşamaya getirilebilmiş olmasından duydukları memnuniyeti yüzlerinden de sözlerinden de anlamamız mümkündü. Zira Türkiye’de seçim gündemi Rusya’da Ukrayna gündemi ile yatıp-kalkılsa da Türkiye-Rusya işbirliği içinde Türkiye’nin nükleer tesise sahip bir ülke haline gelmesi iki ülke için de çok önemli bir gelişme. Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun, şimdiki adı ile Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’nun 1956’da kurulduğu düşünülürse Ankara adına kaç yıllık bir serüvenin nihayet meyve verdiği daha net anlaşılabilir.
Serüven neden uzadı?
Serüvenin uzamasının pek çok nedeni sayılabilir elbet. Ekonomik imkanların yetersizliği, siyasi kararlılığın kırılganlığı gibi nedenlere ilave edilmesi gereken temel unsur şu: genelde nükleer güce ve bilgiye sahip aktörler, özelde bu kapasiteyi elinde tutan ve size yardımcı olmasını en çok beklediğiniz müttefikler sizin kapasitenizi geliştirmek konusunda son derece cimri davranıyorlar. Nükleer teknolojinin, yakıtın ve bilginin son derece hassas ve stratejik önemde olduğu bir gerçek. Ama Ankara özelinde bahsediyorsak Türkiye’nin nükleer silahların yayılmasının önlenmesi meselesinde son derece iyi bir sicili olduğunu herkes teyit edecektir. Nükleer güvenlik alanında Uluslararası Atom Ajansının ve Uluslararası Nükleer Güvenlik Danışma Grubu’nun şart ve tavsiyelerine riayet eden, AB şartlarına uyum sağlayan bir aktör Ankara. Dolayısıyla Türkiye ile kurulacak işbirliklerinde yeterince bonkör olunmamasının iki temel nedeni var.
1)- İlki, Türkiye’ye bu tür bir statü ve enerji alanında esneklik sağlamanın Ankara’ya getireceği artıların hesaplanabilmesi. Enerji kaynaklarının üstelik böyle sürdürülebilirliği çok yüksek bir kaynakla çeşitlendirilmesi, Türkiye gibi doğal gaz dış alımının maliyetini sürekli hesaplamak zorunda kalan bir ülkeye getireceği artıyı öngörememek çok zor. Maliyet girdisinin azalmasının Türk ekonomisinin rekabet etme gücünü de muhakkak etkileyecektir. Ama tüm bunların yanında Akkuyu NGS özelinde bugün kendi topraklarınızda, ilgili sözleşmelerin süresi bittiğinde bir gün tamamen sizin olacak bir tesisten bahsediyorsunuz. Nedense bu konuda var olan sözleşme ve işbirliği modeli sonsuza dek sürecekmiş gibi davranılıyor. Oysa er ya da geç her sözleşme sona erer. Bunun hem doğal gaz sağlayıcısı ülkelerle yarın fiyatlandırma-alım için masaya oturduğunuzda size sağlayacağı pazarlık gücü muazzam. Hem de Akkuyu NGS’nin üreteceği nükleer enerjinin enerji karışımınızın bir parçası olması ile ikinci, üçüncü taraflarla ya da bu aktörlerin kendi arasında yaşayacağı siyasi sorunların enerji fiyatları ve alım gücünüz üzerinde baskı yaratma şansını azaltıyorsunuz. Stratejik özerklik amacına daha uygun bir gelişme düşünemiyorum. Sonuç, Türkiye’nin özerkliğinin güçlenmesine çıkıyorsa, giriş ve gelişme bölümünde neden pek çok sağlayıcının ama özellikle de müttefiklerin cimri olduğu anlaşılabiliyor.
2)- Türkiye ekonomisi büyüyor, demografisi büyüyor, orta sınıfı büyüyor. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi maliyetler konusunda hassas olmaya devam ediyor. Doğası gereği NGS projeleri son derece maliyetli projeler. İnşa maliyetinin dışında, bakım, işletme, nükleer yakıt ve atıkla ilgili gerekli sorumlulukların yerine getirilmesi için uzman insan kaynağının sağlanması ve yetiştirilmesi için de maliyetin üstlenilmesi gerekiyor. Pahalı bir iş, uzun bir yatırım ve süreç içerisinde maliyet artışını da kaldırabilecek nükleer bilgi ve teknolojiye sahip ortakların yardımı gerekiyor. Batılılar, özellikle de ABD ve ABD’li firmalarla konsorsiyum içinde çalışan ortaklar bu tür bir maliyet hesabında Türkiye’nin “Yap, İşlet, Sahip Ol” (BOO model) modeli üzerinden bu tür bir yatırım maliyetini üstlenebilecek bir ortak bulamayacağını da düşündüler.
Moskova için Akkuyu neden bir şans?
Gel görelim, Moskova Ortadoğu ve Afrika’da nükleer pazarın canlanacağını fark ettiği günden beri bu pazarda ABD, Güney Kore gibi güçlü rakipleri nasıl sollayacağının rüyasını görüyordu. İran nükleer programı çerçevesinde Rusya’nın İran üzerinden Ortadoğu nükleer pazarında var olduğu biliniyor. Ama İran gibi jeopolitik rekabet meselesi üzerinden netameli bir sepete tüm yumurtaları koymak, Körfez, Türkiye, Mısır gibi bölge için önemli diğer aktörleri yedeğe almak Moskova için çok karlı değildi. İran nükleer programı üzerinden bazı taşlar tetiklenirse, Ortadoğu’da mantar gibi NGS’lerin yükseldiğini görebileceğimiz günlerin yakın olduğunu herkes kadar Moskova da hissediyordu. Sorun bu aktörlerin nükleerleşme projelerinde Rusya’nın rakipleri ile örneğin Batılılarla masaya oturmaları idi. Batı ve diğer rakipler cazip, finansal olarak uygulanabilir ve siyasi olarak jeopolitik risklerden (Rusya ile mücadele) azat projeleri masaya koyabilirlerdi. Dolayısıyla Moskova, güvenilir bulduğu yatırımlara girmekten kaçınmadığını, ekonomisi baskı altında dahi olsa bu yatırımı gerçekleştirebildiğini ve sözleşme hükümlerini zamanında yerine getirebildiğini, bu arada teknoloji paylaşımı konusunda da çok cimri olmadığını potansiyel müşterilerine göstermek zorundaydı. Ankara’nın siyasi karar verdiği konularda şaka yapmadığının bilinmesi Moskova’yı cesaretlendirdi ve gelecekte Ortadoğu’da açılabilecek kapılar için Akkuyu NGS’de elini taşın altına soktu. Tabi, muhtemelen Moskova, Karadeniz ve Akdeniz hattında son derece önemli kartları elinde bulunduran (Türk Boğazları, güç aktarım kapasitesi, KKTC’deki Türk varlığı vb) bir aktörle, Ankara ile iyi ilişkiler kurmasının yarın-öbür gün işine yarayacağını da düşünmüştür.
Nisan 2023’te gelinen nokta sadece Türkiye’nin nükleer güce ve bilgiye sahip ülkeler listesine girmesi, bunu da Rusya ile işbirliği çerçevesinde -özel bir işbirliği/yatırım modeli kullanarak fazla para harcamadan gerçekleştirmesi açısından önemli değil, zamanlaması açısından da çok önemli. Zamanlama dendiğinde akla ilk gelen doğal olarak Ukrayna krizi çerçevesinde sarpa-saran Batı-Rusya ilişkileri, uygulanan yaptırımlar ve Batı-Rusya kapışmasının dışında kalmak isteyen ülkelere yönelik benimsenen baskı politikası. Akkuyu NGS’nin nükleer yakıt kabulünün ardından eleştirel bakış açısı ile kaleme alınmış pek çok yorumun neden Avrupa ve Almanya hattından geldiğini de bu zamanlamayı hatırlayınca daha iyi anlıyor insan. Sonuçta Avrupa, Rusya ile yıllardır sürdürdüğü karlı ilişkiyi mecburi olarak sona erdirmek, Almanya milyonlarca Euro harcadığı Kuzey Akımları deniz yatağına gömmek zorunda kaldı. Bu mecburiyet halinin suçlularını arayabiliriz, parmaklarımız bir ABD’yi, bir AB Bürokrasisini, bir Moskova’yı, bir tek tek Avrupa başkentlerini gösterebilir, sonuç değişmez. Rusya-Ukrayna vekalet savaşı üzerinden Avrupa’nın diplomatik soluğunun, bunca zaman yatırım yapılan Avrupa-Rusya ilişkilerinin esnekliğinin neye yetip yetmediği çok net göründü. Avrupalılar, bu zafiyetlerini kimi zaman süslü ve ahlaki üstünlük kokan cümlelerle, kimi zaman Avrupa’nın krizlere alışık olduğu gerçeği ile ve kimi zaman da aslında biz ABD’den farklıyız serzenişleri ile saklamaya çalışıyorlar. Ama birileri böyle bir dönemde bile Rusya ile makul bir ilişki çerçevesinin oturtulabildiğini gösterdiğinde muhtemelen Avrupa başkentlerinde tansiyonlar yükseliyor. Putin’in törendeki pek neşeli halinin sebeplerinden biri, Moskova’nın “makul aktörler” karşısında “makul bir aktör” olabileceğini uluslararası topluma gösterebilme şansını yakalaması.
Nükleer enerjiye yeşil enerji diyen Batı neden bu kadar eleştirel?
Avrupa’da tansiyon yükseldiğinde Batılılar iki konuda Ankara’yı uyarma ihtiyacı içerisine giriyorlar. İlki Batı’da çok sevilen yeşil hikâye ile ilgili. Bu hikâye ortaya çıktığında sanki tüm Avrupalılar dağların eteklerinde keçi ve inek çanlarının eşliğinde ahududu toplayarak ve ağaçlara sarılarak -bir nevi Heidi hayatı yaşıyormuş gibi bir haleti ruhiyeye giriliyor. Oysa endüstrileşme hikayesi en eski kıtadan bahsediyoruz. Doğu Avrupa’daki bazı tesislerin – hatta bazı nükleer tesislerin- durumundan hiç bahsetmeyelim. Dolayısıyla ekolojik hassasiyetle ilgili Avrupa’ya hatırlatılabilecek çok şey var. Ama hâkim ekolojik cennet hikayesini tersine döndürmeden de söyleyebileceğimiz yeni bir şey var artık. Malum Avrupa, Ukrayna Savaşı sonrası enerji krizi beklentisine girdiğinden ve Rusya ile işbirliğini sonlandırdığından alternatif kaynaklara yöneldi. Bunu yaparken de yeşil devrimden filan vazgeçmedi. Sonuçta Avrupalılar çözümü nükleer enerjiyi “yeşil enerji” olarak ilan etmekte buldular. Bugüne kadar bize satılan nükleer hikâyeden farklı bir pozisyon alındığını ama hala Türkiye’deki NGS projelerinden bahsederken eski eleştirel tondan devam edildiğini görüyoruz. Eh kültürel üstünlük talebini elden bırakmak çok kolay olmasa gerek. Ama sonuç olarak mevzuatlar ve alınan kararlar açık. Ankara, “anlatı” açısından da Avrupa’ya aykırı olmayan bir projeye imza attı. İkinci uyarı konusu, “Rusya’ya enerji bağımlılığınız artıyor” söylemi üzerinden geliyor. Türkiye’nin enerji politikalarında dışa bağımlılığı azaltma arzusu çeşitlendirme, dengeleme ve merkez ülke olacak yatırımı yapmaya dayanıyor. Kısaca Akkuyu tek yatırım hattı değil. Bu yazının başında da belirtik Akkuyu NGS söz konusu olduğunda sözleşmeler sonsuza dek sürecekmiş gibi bir endişe ve korku hali yaratılıyor. Hiçbir sözleşme sonsuza dek sürmez. Dolayısıyla “Akkuyu, Rusya’ya bağımlılığı artıracak” çıkarımı uzun dönemde çok geçerli bir çıkarım değil. Üstelik stratejik bir bilgiye sahip insan kaynağının yetiştirilmesinin sonuçlarının daha uzun erimli olacağı, insan kaynağının doğrudan Türkiye’nin stratejik kaynağı olduğu da açık. Sözün özü, Akkuyu NGS’ye nükleer yakıt temini fevkalade önemde güzel bir gelişme idi, gülümseyebiliriz.