Pazartesi günkü yazımda dual /ikili ekonomik yapıdan bahsetmiştim.

Pazartesi günkü yazımda dual /ikili ekonomik yapıdan bahsetmiştim. Bu konuda Britanyalı iktisatçı Sir Arthur Lewis’in görüşlerine de yer vermiştim. Lewis ikili ekonomi kavramını kırdan kente göçü açıklayan kendi emek arzı teorisi için kullanmıştı. Ona göre kırsal düşük gelirli ve nüfus fazlası olan geçimlik üretim sektörü ile genişleyen ve yeni nüfusa ihtiyaç duyan kentsel sanayi ekonomisi birbirinden ayrılmalıydı. Kentsel sanayi ekonomisi kırsal ekonomideki nüfus fazlası ortadan kalkana kadar buradan işgücü çekmekteydi, bu da kentsel alanda emek ücretlerini düşürmekteydi.

Bu konuya yer vermemin sebebi “Türkiye tarihinde önemli siyasi kamplaşmaların sınıf çatışması etrafında değil, farklı üretim tarzları ve onların yol açtığı farklı yaşam tarzları etrafında oluştuğuna” yönelik tezimi açıklamaktı. Buradan hareketle “kasaba tutuculuğu” kavramını oluşturup “merdiven altı cemaatlerin” oluşumunu açıklamak istiyorum. Bu amaca ulaşabilmek için bazı sorulara cevap vermek gerekir: “Türkiye tarihinde üretim tarzı farklılaşmasının yaşandığı örnekler nelerdir?” “Farklı topluluklarda dinin yorumlanması neden farklılaşır?” “Köyden / kasabadan büyük şehirlere göç merdiven altı cemaatlerin oluşumunda nasıl etkili olmuştur?” “Popülist sağ siyaset ve merdiven altı cemaatler arasındaki ilişki nedir?”

TÜRKİYE TARİHİNDE ÜRETİM TARZI FARKLILAŞMASINA DAYALI SİYASİ ÇATIŞMALARIN YAŞANDIĞI ÖRNEKLER

Bu konuda üç örnek verebiliriz: Babai Ayaklanması, 16’ıncı yüzyılda Türkmen Ayaklanmaları ve son dönem Osmanlı ve erken Cumhuriyet Dönemleri’ndeki gelişen sanayi ekonomisi ve kentli yaşam ile kasabalı eşraf ve çiftçiler arasındaki çıkar çatışması.

Babai Ayaklanması Anadolu Selçuklu Devleti’ne göçebe Türkmenlerin isyanı şeklinde ortaya çıkmıştı. Benzer bir şekilde, 16’ıncı Yüzyılda Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan göçebe Türkmen İsyanları da bulunmaktadır. Her iki isyanı da belirleyen etkenler çok benzerdir. Anadolu Selçuklu Devleti de Osmanlı Devleti de, göçebe Türkmen aşiretlerini yerleşik hale getirmek ve tarımla uğraşmalarını sağlamak istiyordu. Böylece daha fazla toprak işlenecek ve daha fazla vergi geliri alınacaktı. Aynı zamanda göçebelerin kendi yaşam tarzlarını sürdürebilmek için zorunlu olduğu eylemler (büyük sürülerin otlatılması, yaylaktan kışlağa sürekli göç halinde bulunmak, yerleşik çiftçiler ve şehirli tüccarlarla olan çatışmalar) bu devletlerin kurulu düzenine bir tehdit teşkil etmekteydi. Aynı zamanda bu iki merkezi devlet de kendi otoritelerini göçebe aşiret ve boylara dayatamıyorlardı. Çünkü göçebe Türkmen boylarının hem idari yapıları (ilkel kabile demokrasisi), hem de dini anlayışları (heterodoks İslam tasavvufu) merkezi devletin kurulu düzeni ile uyuşmuyordu. Göçebelerin 18’incii yüzyıl ikinci yarısında tamamen yerleşik hale gelmesine kadar çeşitli sebeplerle bu çatışma devam etti.

Son dönem Osmanlı’da başlayan modern ve milli bir devletin üst yapı kurumlarının oluşturulması Cumhuriyet’le birlikte hızlanan sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte yeni bir ikili ekonomi oluşturdu. Kırsal kesimdeki tarım üretimine dayalı ekonomik yapı ve kasabalarda eşrafın başını çektiği ticaret ve küçük zanaatlara dayalı ekonomi ile sanayi tesisleri etrafında şekillenen kent ekonomisi arasındaki çelişki. Kentsel ekonominin dayattığı çekirdek aile, kadın hakları, bireyselleşme, işbölümü ve uzmanlaşma, gerek son dönem Osmanlı yönetimi gerekse erken dönem Cumhuriyet yönetiminin devlet gücüyle arkasında durduğu bir süreçti. Ancak bu süreç, kasabalarda ve kırsal kesimde hiç etkili olmuyordu. Bu yüzden 1950’ye kadar olan süreç, yeni üretim yapısı ve bu yapıdan beslenen kentsel nüfus ile eski üretim yapısı ve bu yapıdan beslenen kırsal kesim ve kasaba nüfusu arasında ciddi bir siyasi gerilime yol açtı. Padişahçılar – İttihatçılar, İttihatçılar – İtilafçılar, CHP – Terakkiperver Fırka / Serbest Fırka / Demokrat Parti çelişkileri, aslında, hep bu ikili ekonomik yapının ve bu yapıya dayalı ikili yaşam tarzının çatışmasını yansıtmaktaydı.

ÜRETİM TARZI VE DİNİN YORUMLANMA ŞEKLİ

“Üretim tarzı ile dini inançlar arasında nasıl bir ilişki olabilir?” Bu soruya cevap vermek için ilk önce dinin temel ve değişmez ilkeleri ile günlük yaşamımızda dinin etkileri arasındaki farkı belirginleştirmeliyiz. Her dinin tartışılmaz temel ilkeleri vardır. Örneğin İslam dininde bu imanın şartları ile açıklanır, yine her Müslüman’ın kabul ettiği dinin temel emirleri İslam’ın şartlarıyla tanımlanır. Ancak bunların hiçbiri insanın içinde bulunduğu üretim ve yaşam tarzı ile alâkalı değildir. Öte yandan bu şartların günlük yaşamda uygulanması, insan kitlelerinin belli bir standarda uygun yetiştirilmesi için dini kurumlar eliyle ve yüzyıllar içinde din yorumlanır. Kadının toplum içindeki yeri, ailenin yapısı ve aile içi hiyerarşi, devletin ve/veya din adamlarının kutsallaştırılması, mülkiyet ilişkileri, eğitim sistemi ve benzeri birçok toplumsal mesele, o dönemde mevcut kurulu düzenin devamını tesis edecek şekilde yorumlanır. Sadece ekonomik yapı değil, aynı zamanda, iklim ve coğrafya da dinin temel ilkelerinin yorumlanmasında etkilidir. Buna içinde bulunulan toplumun İslam öncesinden tevarüs ettiği toplumsal ve kültürel mirası da etkileyelim. Bu bağlamda Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki ikili ekonomik yapının iki farklı dini yorum doğurması kaçınılmazdır. Şehirlerde yaşayan, bürokrasi, akademi veya iş dünyasına mensup, eğitimli kesimler için elbette ki dinin bir önemi vardı. Ancak dini hükümleri yorumlarken, özellikle taşrada hâkim olan İslam anlayışının taşıyıcı kolu olan tarikat ve cemaat yapılarına karşı bir duruş sahibiydiler. Atatürk tarikat ve cemaatleri kapatıp, vakıflarının mallarını kamulaştırırken, aynı zamanda hem Kur’an Meali yazdırmış hem Kütûb-u Sitte’yi Türkçe’ye çevirtmiş hem de İslam Klasiklerini tercüme ettirmeye başlamıştı. Çünkü hedeflenen şehirli, meslek sahibi ve eğitimli bireyler, dini filanca Hocaefendi falanca Hacı Abi’den değil, doğrudan, asli kaynaklarından öğrenmeliydi. Kısaca özetlemek gerekirse şehirdeki din anlayışı ve yorumunun, daha bireysel ve yazılı kaynaklara dayalı olması gerekiyordu; çünkü bizatihi şehirli, meslek sahibi ve eğitimli insan için uygun olan din yorumu bu idi. Öte yandan, küçük zanaatlar, tarım ve ticarete dayalı kasaba atmosferinde dinin yorumlanması daha çok sözlü kültüre dayalıydı. Düşünün, Atatürk’e kadar Cuma Namazı hutbeleri resmen Arapça okunurdu. Peygamberimizin hadislerinin Türkçe tercümesi yoktu. Kur’anın Türkçe tercümesi ve meali vardı ama sadece din adamlarında bulunurdu. Halka dağıtılmış ne bir hadis tercümesi ne de Kur’an meali bulunmaktaydı. Dinin bu yorumlanmasında, dinin asli kaynaklarına yönelmek kabul edilemezdi, din adına sözü söyleyecek cemaat ve tarikat yapıları idi. Aklınıza bir soru takılırsa, bunu gidip kerâmeti kendinden menkul Hoca Efendi’ye sormalıydınız. Burada dini anlayış dinin bireyselleşmesine değil, cemaatleşmesini dayatıyordu. Âmiyâne tabirle, ahaliye “kocakarı imanını” dayatıyorlardı. Bu durumda kasaba tutuculuğunun temeli dini hükümlerden çok, kasabada oluşan yaşam tarzı, gelenek ve örfün dinin kendisi haline gelmesiydi.

KASABA VE KIRSALDAN KENTE GÖÇ: 1950 – 80 YILLARI ARASINDA DENGESİZ SANAYİLEŞME VE ÇARPIK ŞEHİRLİLEŞME

1923-50 arasında daha yavaş ama dengeli bir sanayileşme ve buna bağlı orantılı bir kentleşme süreci var iken, 1950-80 arasında dengesiz ve hızlı bir sanayileşme ve buna bağlı olarak da çarpık ve plansız bir kentleşme oluştu. Bu dönemde, Sir Arthur Lewis’in görüşlerine de uygun bir şekilde, kırsaldan ve kasabalardan kentlere hızla bir göç süreci başlamıştı. Bu göçün arkasında bulunan hızlı sanayileşme politikaları, kamunun ve milletin menfaatlerine değil de, özel sektörün ve yabancı ortaklarının menfaatine olacak şekilde uygulanıyordu. Bunun sonucu İstanbul başta olmak üzere, Marmara Bölgesi’ne yoğun bir yatırım ve göç gerçekleşmekteydi. Yeni gelen kasaba ve kırsal kökenli kitleler, kendilerine tamamen yabancı bir kent atmosferinde ayakta durmak ihtiyacındaydılar. Çoğu meslek sahibi olmayan, sadece kendi emekleriyle ayakta duramayan ve büyük şehirlerde tutunabilmek için “Ne iş olsa yaparım, abi!” diyen bu kitleler varlıklarını devam ettirebilmek için hemşeri dernekleri ve cemaat vakıfları etrafında örgütlendiler. Bu kurumlar, yeni göç etmiş kitlelere bir gruba aidiyet duygusu, belli ölçüde iş ve gelir imkânı sağlarken aynı zamanda kendi kasabalarındaki yaşam tarzını ve sahip oldukları dini aidiyeti koruma imkânı da vermekteydiler.

Devamı Pazartesiye… Hayırlı Cumalar…