Bu tespit, Hz. Muhammed'in (s.a.v) bir peygamber olarak her hareketinin ve her söylediğinin Kur'ân-ı Kerim ile tutarlı olduğu anlamına gelmektedir.
Son din olduğuna îman ettiğimiz İslâm’ın inananları ve o dinin peygamberinin ümmeti olarak en öncelikli iki başvuru kaynağımız var. Bunlardan ilki Kur’ân-ı Kerim ve ikincisi de Peygamber Aleyhisselâm’ın hadisleri ve sünnetidir.
Şu tespiti birçok kişiden veya aynı kişiden defâlarca duymuşsunuzdur: “Kur’ân-ı Kerim, kâinâtın kitap hâlidir. Kâinat da Kur’ân-ı Kerim’in üç boyutlu fizikî hâlidir.” Ama bu yazının bağlamı içinde ilginize sunacağım, kabul gören başka bir tespit vardır: “Hz. Muhammed (s.a.v) Kur’ân-ı Kerim’in yaşayan hâlidir ve Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kitaplaşmış hâlidir.”
Bu tespit, Hz. Muhammed’in (s.a.v) bir peygamber olarak her hareketinin ve her söylediğinin Kur’ân-ı Kerim ile tutarlı olduğu anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, Peygamber Aleyhisselâm’ın her sözü, yâni her hadis-i şerif (uydurma olmadığı sürece), Kur’ân-ı Kerim ile uyumludur ve çelişki teşkil etmemektedir. Bunun yanında, Peygamber Aleyhisselâm’ın her hareketi ve her davranışı da önce Kur’ân-ı Kerim ile sonra da bizzat kendisinin söyledikleriyle yâni hadisleriyle uyumludur.
Buradan şu sonucu çıkartılabilir: Peygamber Aleyhisselâm’ın söyledikleriyle yaptıkları arasında tutarsızlık yoktur. Sünnet, söylenen ile yapılan tutarlı davranıştır. Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da şunu da belirtmek isterim ki, bu çıkarımları yapabilmek için bir ilâhiyat profesörü olmak gibi bir zorunluluğumuz yok, çünkü Kur’ân-ı Kerim, kendini ruhban imtiyazlarına sâhip zanneden “ilahiyatçı” sınıfına değil, tüm insanlığa ve tüm Müslümanlara gönderilmiştir.
Peygamber’in Sünneti
Sünnet (büyük S ile), söylenen ile yapılan yâni Peygamberimiz’in söyledikleriyle yaptıkları tutarlı olduğu için, önce biz Müslümanlara ve sonra da bütün insanlara yol göstericidir. Sünnet, Peygamberimiz’in bize bıraktığı en değerli insânî miras ve emânettir. Bu emânete ihânet etmemenin yolu da, Sünnet’in özüne, yâni söylenen ile yapılanın tutarlı olmasına riâyet etmek ve onu uyguladığımız bir hayat yaşamaktır.
Ümmetin sünneti
Dünyâca ünlü İngiliz şarkıcı Cat Stevens 1977 yılında ve 29 yaşındayken Müslüman olmuş ve Yusuf İslam adını almıştır. Yunanlı bir baba ile İsveçli bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Cat Stevens’ın (gerçek adı Steven Demetre Georgiou), Müslüman olma sürecini anlatırken söylediği şu sözler, Hz. Muhammed’in (s.a.v) ümmeti olarak tüm dünya Müslümanlarının dinî ve dünyevî sorumluluğunu hatırlatmaktadır: “İslâm’ı Kur’ân-ı Kerim’den değil de Müslümanlardan öğrenseydim ve eğer Kur’ân-ı Kerim’den önce Müslümanları tanısaydım Müslüman olmazdım.”
Cat Stevens’ın bu sözleri, Müslümanların inançlarıyla ve dolayısıyla hayatlarını onun doğrultusunda yaşamaları gereken kurallarla tutarlı bir hayat yaşamadıklarını ortaya koymaktadır. Elbette hiçbir Müslümanın inanç ve davranışları arasındaki tutarlılık Peygamber Aleyhisselâm kadar kusursuz olamaz, ama her bir Müslüman, bireysel kapasitesi ölçüsünde bu tutarlılığı ortaya koyma sorumluluğu taşımaktadır. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin ifâdesiyle “hepimiz Muhammedcikler olmalıyız.”
Özü sözü bir
Türkçemizde “özü sözü bir” tâbiri, bir anlamda bu tutarlılığa işâret etmektedir. Bireysel kapasitemizin ifâdesi olan sözümüzü, inancımız yâni Müslüman olarak temsil ettiğimiz İslâm’ın özüne ne kadar tutarlı hâle getirebilirsek o kadar Sünnet’i örnek almış ve uygulamış oluruz. Böylece bir kişinin bile, bizi tanıyıp hidâyete ermesine vesile olabiliriz. Ama maalesef çoğunlukla bunun tersi olmaktadır ve birçok gayrimüslim, Müslümanlara bakıp “İslâm buysa ben neden Müslüman olayım ki” demektedir.
Mesele, sosyal hayatta ve toplum içinde örnek alınacak bir hayat yaşamak olmasaydı ve sâdece güzel sözler söylemek, etkileyici laflar etmek olsaydı, Kur’ân-ı Kerim yirmi üç yıllık çileli bir süreç içinde ve Peygamber Aleyhisselâm’ın uygulaması ile gönderilmezdi. Bunun yerine, birçok kişi için daha çarpıcı olan ve Mekkeli müşriklerin istediği bir mucize gibi, mesela bir kitap olarak ışıklar içinde gökten Kabe’ye indirildi veya bir sabah bütün Mekkeliler uyandıklarında yataklarının yanında Kur’ân-ı Kerim’in bir kitap olarak bulurlardı ve okuyup îman ederlerdi.
Ama öyle olmadı, olamazdı da, çünkü İslâm, insan aklının açıklayamadığı bir yaşam şekli değil, doğal ve herkesin yaşayabileceği bir hayat şeklinin yollarını göstermektedir. Gençlik yaşlarında “El-Emin” lâkabını kazanacak kadar güvenilir yâni özü sözü bir ya da söylediği ile yaptığı tutarlı olan Biri, o kitâbın örnek uygulamacısı olarak gönderildi. Bu örnek uygulama, yirmi üç yıl sürdü. Mekkeliler, Medineliler ya da O’nu tanıyan hiç kimse O’nda bir tutarsızlık görmedi.
632 yılından sonra Sünnet’i benimseyip bireysel olarak kendi sünneti hâlinde yaşayan nice isim oldu. Hülefâ-yı râşidin, ashab-ı kiram, mezhep imamları, birçok tarikata ismini veren ulu kişiler, evliyâlar, erenler, dervişler. Bu kişiler örnek alındığında Müslümanlar “ümmet- Muhammed” vasfına gerçekten lâyık olarak, örnek alınacak hayat yaşadılar ve inandıkları dinin kelime anlamı doğrultusunda “barış” tesis ettiler.
Sünnet olmazsa terör olur
Ama Sünnet ile bireysel sünnet arasındaki paralellik bozulunca, Müslümanlık sâdece kitaplarda yazan, idealize edilmiş, gerçekleşmesi ve uygulaması mümkün olmayan bir inanç olarak görüldü. Böyle olunca da İslâm, kelime anlamı olan “barış” değil de “terör” ile anılmaya başladı.
Dünyânın şu anda içinde bulunduğu kaos, terör ve güvensizlikten Müslümanlar olarak doğrudan sorumlu olmayabiliriz. Ama bu, bireysel sünnet sorumluluğundan muaf olduğumuz anlamına gelmemektedir.
İyiler ve kötüler her zaman olmuştur ve olacaktır. Peygamber Aleyhisselâm’ın zamânında bile O’nunla aynı sokaklarda Ebu Cehil ve Ebu Leheb de yürüyordu. Ama O, kendine gelen vahyi, insan olarak uygulayarak Sünnet’i ortaya koydu. O, Vedâ Hutbesi’nde “Şâhid ol ya Rab!” derken gönlü rahattı çünkü sorumluluğunu yerine getirmişti.
Peki O’nun ümmeti olarak biz Müslümanların gönlü rahat mı? Bu soruyu cevaplandırmak için, ne zaman biteceğini bilmediğimiz hayâtımızın sonuna kadar vaktimiz var.