Sorun "artık" olan olarak adlandırılanda.
İngilizce’de superfluity diye bir sözcük var. Türkçeye, kısaca, “gereğinden fazla” olarak çevrilebilir. Bu basit sözcük gerekli, yeterli ve fazla sözcükleri arasındaki asimetrik ilişki üzerinden yeniden okunabilir. Mesela, bir insanın yaşaması için temel düzeyde gerekli olan şeyler nedir diye bir soru sorduğumuzu varsayalım. Yanıt açık: Hayatta kalması için gerekli olan su ve yiyecek. Şimdi, bu gereklilik üzerinden fazla sözcüğünü ele alalım. Fazla, gerekli ve yeterli olanın dışında kalan, “artık” olarak okunabilir mi? Kanımca okunabilir. Ancak bu okumaya rağmen burada bir sorun var.
Sorun “artık” olan olarak adlandırılanda. Artık olan, gereğinden fazla olanın ortaya çıkarabileceği zararlar göz önüne alındığında, aynı zamanda, istenmeyen şeydir. Örneğin, gereğinden fazla su içerseniz, ki su yaşamın temel özüdür, hayatınızı kaybedebilirsiniz. O halde gerekli ve yeterli olandan fazla olan, yani artık olan, “istenmeyen”dir.
Günümüz dünyası “istenmeyenlerin çokluğunun” oluşturduğu bir “fazlalıklar” dünyasına dönüştü. Her şeyin fazlası var. İnsanın da. Ne var ki fazla, kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değil, aksine üretilen bir şey. Bu sözcük kapitalizmin kâr amaçlı neo-liberal ekonomik refah anlayışını ve bu anlayışın kendini yeniden üretimini özetleyen bir sözcüğe dönüşmüş durumda. Bunun bir düşünme hatasından, insanın gerekli ve yeterli olan arasındaki dengeyi gözden kaçırmış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Yeterlilik gerekli olanın sınırlarını aştığında fazlalık ve dolayısıyla istenmeyen ve buna bağlı olarak da kaçınılmaz olan bir risk olarak kendini dayatıyor. Mesela “insan fazlalığı” yaşam için gerekli olanı karşılayacak kaynaklarla kıyaslandığında istenmeyen bir şeydir. Tıpkı gerekli olanı aşan miktarda üretilen ekmek gibi. Eğer gerekli olandan fazla miktarda ekmek üretilmişse bunlar ihtiyacı olanlara dağıtılabilir diye düşünenler olabilir. Sorunumuz tam olarak bu düşünme biçimi. Birilerine fazla geldiği için istenmeyen olarak görülen bir şeyi başka birinin ihtiyaç ve dolayısıyla gerekli olan olarak görmesi günümüz dünyasının en temel çelişkilerinden biridir. Bu, isteme ve istememe halinin nesneden bağımsız hale geldiği çarpık bir zihin durumunun da işaretidir. Bu zihin durumu kendini nesnesiz düşünmenin keyfiyetinde görünür kılar.
Doğanın kendine has çeşitliliği insan fazlalığının ortaya çıkardığı çeşitliliği taşıyabilecek sınırları aştı. Doğanın sahip olduğu çeşitlilikten daha fazla pay sahibi olma peşinde koşan insan fazlalığı sadece doğa için değil bizatihi insan türü için de tehlikeli noktaya ulaştı. Bu durum günümüzün en temel sorunlarından biri olan göç sorununda açıkça görülebilir. Göç, oldukça karmaşık, neden ve gerekçelerin birbirine karıştığı zamansal ve mekânsal bir hareketliliktir. Savaş, ekonomi, daha iyi bir yaşam arayışı vb. şeyler bir neden olabilir; ancak bunlar bir gerekçe midir emin değilim. Biz, şimdilik, neden ve gerekçelere değil de eyleme ve onun sonuçlarına bakalım. Birkaç tanım sıraladım. Eksik kalabilir; hatalı olabilir. Her ikisini de baştan kabul ediyorum.
Göç nedir? Göç istenmeyenin, fazla olanın bir noktadan başka bir noktaya zamansal ve mekânsal hareketidir. Göç, aynı zamanda, gerekli ve yeterli olandan fazla olanın dışarıda bırakıldığı bir eylemlilik halidir. Göç, yeterli olanın sınırlarının zorlanmasıdır. Göç, bir zamanlar, liberal ekonominin kâr amaçlı üretim anlayışı için gerekli olan, zaman içinde yeterli hale gelen ve bir zaman sonra da yeterli olanın sınırlarını aşan bir fazlalık halidir ve dolayısıyla da istenmeyenlerin yurtsuzluğudur.
Bu tanımları yapmamın bir nedeni var. Göç sorunu nesnesiz düşünmenin keyfiyetine dönüşmüş durumda. Örneğin, “şimdi biz bunlarla ne yapacağız” cümlesinde “bu” belirsiz ve tanımsızdır. Bu nedir, kimdir sorularının referansı insan değildir artık. “Bu” istenmeyen bir şeydir. Bu nedenle, göç sorununun gereğinden fazla olanın, istenmeyenin çokluğu olarak yeniden ele alınmasını öneriyorum. Çünkü mevcut insan ve insan hakları kavramsallaştırmalarıyla, misafirperverlik, ortak kültürel geçmiş, dini birlik vb. tutum ve davranışlarla mevcut sorunların çözülemediği ve çözülemeyeceği çok açık. Yeni bir etik tutum gerekiyor bunun için.
Ben bu yeni tutumu “Fazlalık Etiği” ya da “İstenmeyenin Etiği” olarak adlandırıyorum. Bu etik anlayışında tartışma gerekli ve yeterli olan üzerine değil, fazla ve dolayısıyla istenmeyen üzerine odaklanır. Böylece tartışma ekonomik bir tartışma olmaktan çıkar ve fazla olanın ve istenmeyenin, yani “bunlar”ın ontolojik ve etik statüsü üzerine yoğunlaşır.
Bu öneri dikkate alınır mı bilmem. Ancak kesin olarak bildiğim bir şey var. Yaşam denilen şey bir zaman çok istenen bir zaman sonra da istenmeyenlerin diyalektiğinin ürünüdür. Burada diyadik, dolayısıyla, dönüştürücü bir ilişki söz konusudur. Bu nedenle, ne istediğimiz ve ne istemediğimiz üzerine keyfi değil dikkatli düşünmemiz gerekiyor. Çünkü istenen ve istenmeyen arasındaki sınırlar sanıldığından daha incedir ve hangisine dönüşeceğimiz, istenen mi yoksa istenmeyen mi olacağımız, çoğu zaman, irademizin dışındadır.
Not: Bu yazı bağlamı çok geniş bir düşünme halinin kısa bir özeti olarak okunmalıdır.