Kavramlar düşünmeyi olanaklı kılan yapıtaşlarıdır. Anlamı zihinlerimizde açık olan kavramlar düşünme yetimizi sağlam bir zemine oturtur ve bu sayede düşüncelerimiz sağınlık kazanır.
Kavramlar düşünmeyi olanaklı kılan yapıtaşlarıdır. Anlamı zihinlerimizde açık olan kavramlar düşünme yetimizi sağlam bir zemine oturtur ve bu sayede düşüncelerimiz sağınlık kazanır. Bu nedenle, kavramların anlam bakımından açıklığı ile düşüncelerin sağınlığı arasında dolaysız bir ilişki vardır. Bu ilişki kurulamadığında kavram, düşünme, düşünce ve gerçeklik arasında olay-olgu bağlamında bir açıklama boşluğu ortaya çıkar.
Hukuk ve yasa/kanun kavramları dile getirilen boşluğun görünür olduğu en önemli iki kavramdır. Yasa ve hukuk kavramları hem kendimizle hem de ortak yaşam alanlarını paylaştığımız diğer insanlarla ilişkilerimizi düzenlemek üzere başvurduğumuz kavramlardır. Ancak kendimizle ilişkimizi özel alan bakımından, diğer insanlarla olan ilişkimizi kamusal alan bakımından düzenleyen bu iki kavram aracılığıyla çözmeye çalıştığımız sorunlarımızı ele alış tarzımızda ciddi sorunlar var. Bu sorunların bir kısmı hem özel hem de kamusal alandaki ilişkileri düzenleyen yasaların meşru kullanım haklarını elinde tutan uygulayıcılar tarafından üretilmektedir. Yasayı uygulama hakkını hukukun meşru zemini olmaya indirgeme anlayışından kaynaklanan bu sorun adalet duygusunu yasanın uygulamalarına bağlamaktadır. Bunun sonucu ise hukukun yasayı kapsayıcı özelliğinin akamete uğratılmasıdır.
Hukuku yasaya indirgeme yanılgısı olarak adlandırabileceğimiz bu tutum hem özel hem de kamusal alandaki ilişkilerde doğal olarak bir aşınmaya neden oluyor. Yasanın uygulayıcılarına karşı hissedilen güvensizliğin hukukun açık ideali olan adalet duygusunu zedelediğine, yasa ile hukuku erkin görünümü olarak kullanma arzusunun hukukun eşitlik ilkesini ortadan kaldırdığına tanık oluyoruz. Sadece tanık olmakla kalmıyoruz. Hem yasanın hem de hukukun her tekil bireye sağladığı özerklik ilkesinin yasayı uygulama hakkını elinde tutanlar tarafından yaşamın her alanında görmezden gelindiği duygusunu bizatihi yaşıyoruz. Yasanın hukuk aracılığıyla her tekil bireye vadettiği özerklik ve mahremiyet ilkesinin yasanın meşruiyetini kullanan erk tarafından bir tehdit unsuruna dönüştürüldüğünü de deneyimliyoruz.
Tüm bunların nedeni nedir? Yasa ve hukuk kavramları hakkında kısa bir değerlendirme yapmak sorunu anlamamıza yardımcı olabilir.
Yasa, kısaca, yasama organı tarafından yapılan ve kamusal alandaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. Örneğin, kırmızı ışıkta durmak, yeşil ışıkta geçmek gibi bir kural trafikte ortaya çıkacak karmaşayı engellemek üzere konur. Bu basit kuralın ardında ise en temel hak olan yaşam hakkının korunması vardır. Yasaya dair uygulamalar tikel olaylar bakımından ele alınabilir ve güncellenebilirken hukukun genel ilkesi olan yaşam hakkının korunması saklı kalır. Dolayısıyla, yasaya dair her türlü düzenleme, güncelleme ve uygulama ilkece yaşam hakkının korunması üzerine inşa edilir. O halde, hukuk ilkeler, yasalar ise bu ilkelerin uygulama araçlarıdır. Bu bağlamda, yasama yetkisinin özü yaşam hakkını özerklik ve mahremiyet ilkelerine göre düzenleyecek kurallar yapmak ve bu kuralları yürütme organı aracılığıyla uygulamaktır.
Yaşam hakkını koruma ilkesinin dayanağı olan hukuk yasaya indirgenir ve yasama yetkisini kullananların keyfi uygulamalarına bırakılırsa yaşam hakkını kimin kullanacağına kimin kullanmayacağına karar verme hakkına sahip olunduğu iddiası da kaçınılmaz olarak karşımıza çıkar. Otoriter ve baskıcı devletlerin varlık nedeni olan bu yaklaşım hukukun değil yasanın meşruiyetine bağlanan kılıcın egemenliğinin bir göstergesidir.
Ne var ki tarih, hukuka bağlanan yasayla değil de kılıçla yönetilmeye çalışılan devletlerin mezar taşlarıyla doludur. Devletler, eğer yeni bir mezar taşı eklenmek istenmiyorsa, hukukun temel dayanağı olan adalet, özerklik, mahremiyet ve buna bağlı olarak aidiyet duygusunu ortaya çıkaracak bir yönetim tarzını uygulamaya koymak ve tüm yasal düzenlemeleri buna göre yapmak zorundadırlar. Unutulmamalıdır ki hukuk yürütme erkini de yasa aracılığıyla koruma altına alır. Bu bağlamda, yürütme erkine ilişkin güvenin özü bu erki kullananlar değil fakat bizatihi hukukun kendisidir.
Yurttaşların sorumluluğu ise daha büyük. Onların YA HUKUKUN SAĞLAYACAĞI ADALET YA DA KILICIN ORTAYA ÇIKARACAĞI KORKU! arasında bir seçim yapmaları ve buna göre davranmaları gerekiyor. Bu sorumluluğun ilk adımı ise hukuk, yasa ve otorite kavramları arasındaki ilişkileri çözümlemekten geçiyor.