Pekiyi, bu bilgilere dayanarak "Kökten dinci Taliban Afganistan'ı yönetebilir mi?" sorusunu cevaplayalım.
Kaldığımız yerden soruları cevaplamaya devam ediyorum. İlk yazıda fundamentalizmin / köktenciliğin ne olduğunu anlatmış, İslâm’da ve diğer dinlerde kökten dinciliğin yansımalarını ve kökten dinci siyasetin ülke içinde etkinliğinin gelişmişlik düzeyiyle ters orantılı olduğunu bildirmiştim. Pekiyi, bu bilgilere dayanarak “Kökten dinci Taliban Afganistan’ı yönetebilir mi?” sorusunu cevaplayalım.
BALDIRI ÇIPLAKLARLA DEVLET OLUNMAZ!
Meşhur Çaldıran Savaşı’ndan sonra Şah İsmail Yavuz’dan kaçtığı İran içlerindeki bir şehirde Veziri Zekeriya’ya sormuş: “Bu ne haldir ya Zekeriya? Ne olacak bizim halimiz?” Zekeriya cevap vermiş: “Bu baldırı çıplak Türkmenle Şahlık kurulur ama zinhar devam etmez, Şahım!” Şah İsmail bitkin bir şekilde sormuş: “Ya ne lâzımdır, Zekeriya?” Zekeriya cevaplamış: “Kum’dan molla, Fars’tan vezir lâzımdır, Şahım!” Hemen hatırlatalım: Şah İsmail İran Şahı’ydı ama, İranlıların Şahı değildi. Anadolu’dan gelen göçebe Kızılbaş Türkmenlerin Şahıydı. Bunlarla savaş kazanırdınız, kazandılar da… Ama devlet olamazdınız. Devlet olmak yazılı kurallara bağlılık, kurumsallık ve yerleşiklik gerektirir. Vezir Zekeriya’nın söylediği de sadece kurumsal dini anlayışı temsil eden Şii Molla’lar ve Fars kökenli bürokratlar sayesinde Osmanlı’yla baş edecek bir devlet kurulabileceği idi.
Bugün Taliban iktidarı (kimilerine göre ABD’nin icazeti, kimilerine göre de mağlubiyeti sonunda) Afganistan’da devraldı. Ancak bu devlet olabilmek, devleti idare edebilmek anlamına gelmemektedir. Saçı sakalı birbirine karışmış, doğru düzgün okuma yazması olduğu bile meçhul, dağlı eşkıyalarla hasbelkader yönetimi ele geçirseniz bile bir devleti yönetemezsiniz. Devlet yönetmek için her şeyden önce hukukçular ve noterler lazımdır. İktisatçılar, muhasebeciler, öğretmenler, hekimler ve mühendisler gerekir. Temel altyapısı bile tamamlanmamış bir ülkede kalkınma için kaynak yaratmak, planlama yapmak gerekir. Taliban bunu kiminle yapacak: Molla filanca, Hacı falanca ile mi?
Benim gençliğimde çevremde gördüğüm, görsel medyada yazılarını okuduğum kendini İslamcı olarak tanımlayan münevverlerin bir kısmı bugün “endişeli muhafazakârlar” olarak liberalleşmişler, kimisi fetih naralarıyla MHP’nin peşinden Türk İslam sentezci olmuşlar kimisi de ihale takip etmektedirler. Türkiye’nin muhafazakâr siyasetçileri de tilki gibi dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına geri gelmişlerdir: Yani ılımlılaştırılmış bir Kemalizm. 1980’li, 1990’lı yılların biraz romantik biraz hayalperest çokça da yarı – cahil İslamcı münevverleri Medine Vesikası ile, Mecelle ile ve faizsiz bir iktisadi nizam ile devlet yöneteceklerini zannettiler. Ama olmadı, olamazdı da zaten. Bu yüzden hazan yaprakları misali hepsi farklı yerlere savruldular. Düşünün Türkiye gibi dünyanın 20 büyük ekonomisi arasında olan, temel sermaye birikimi büyük oranda tamamlamış, dünyaya entegre ve köklü bir devlet geleneğine sahip olan ülkede bile bunlar çıkıyor ortaya… Varın siz Afganistan’ı düşünün.
“Hocam, Allah bize devleti nasıl idare edeceğimizi Şeriat kurallarıyla bildirmiş. İnsanlar Allah’tan daha mı iyi biliyorlar? Kurtuluş Allah’ın emrettiği kurallara uymakla gelir!” Böyle düşünen okuyucularım olabilir. Onlara da cevabı bir alt kısımda verdim.
ŞERİATÇI YÖNETİMLER DİNİ DEĞİL TARİHSELDİR
Allah insanlara doğrudan Kur’an-ı Kerîm’de hitap eder. 6000 küsur ayette devletin nasıl yönetileceğine, şirketlerin nasıl kurulacağına, yasaların nasıl yapılacağına dair bir şey yoktur. Ancak bir toplum düzeninin nasıl olmayacağına dair, insanların nasıl davranmayacağına dair kıssalar vardır. Allah’ın haram kıldığı yiyecekler bile çok sınırlıdır: “Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Bakara Sûresi, 173’üncü Ayet) Benzeri ayetler Maide Sûresi 3’üncü, En’am Sûresi 121, 138 ve 145’inci ve Nahl Sûresi 115’inci ayetlerdir. Hatta Nahl Sûresi 115’inci ayette şöyle der: “Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye mecbur kalır da, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yerse, ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” Yani Allah’ın haram kıldığı yiyecekler sadece leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etidir. İçki bile haram olarak değil ama “büyük kötülük” olarak zikredilmiştir. Bunu ben demiyorum, Allah (C.C.) söylüyor. Ancak Şeriata gelince iş değişir: Örneğin Malikilere göre kartal, şahin, akbaba ve benzeri vahşi kuşların eti helalken, Hanefilere göre haramdır. Öte yandan Hanefilere göre balık harici deniz ürünleri yemek mekruh iken, Şafilere göre helâldir. Efendi bana söyler misiniz, Allah’ın haram demediği yiyecekleri haram ilan eden kimdir? Tabii ki, müçtehitler. Yani biz Müslümanların Şeriat olarak tanıdığı kurallar bütününün büyük bir kısmı, aslında doğrudan Allah’ın emri veya Peygamberin uygulamasından değil belli zaman ve belli şartlarda yaşamış Hoca’ların yorumlarından kaynaklanmaktadır. Çoğu Allah sözüne değil ama beşer yorumuna dayanmaktadır. Bu yüzden Şeriat kuralları olarak ortaya çıkan kurallar bütünü kültürel ve tarihsel niteliği daha çok olan ve dini niteliği (Kur’an ve Peygamber kaynaklı kısmı) daha az olan bir toplamdır.
Pekiyi Allah Kur’an’da nasıl bir toplum olmamamızı istemektedir? Firavun ve Nemrut kavimleri gibi tek adamın mutlaklaştırılmasına dayalı bir rejimi Allah yasaklar. Medyen ve Eyke kavmi gibi ticarette hile ve hurda yoluyla zenginleşip bunu genel kural haline getiren bir toplum olmamızı Allah yasaklar. Ad kavmi gibi yol, köprü, baraj ve gökdelen yapıp bununla övünüp kibirlenmeyi ve bu yolda Allah’ın yerine kendimizi koymayı Allah yasaklar. Lût kavminin yaptığı gibi ahlâki açıdan kabul edilemez bir çirkinliği yapmanın yanı sıra bütün insanları kendimiz gibi yaşamaya zorlamamızı Allah yasaklar. Mekke müşriklerinde olduğu gibi fakiri, fakirliğinden istifade ederek köleleştiren ve sömüren sistemi Allah lanetler ve yasaklar. Allah toplum ve devlet yönetimi namına bizlerden istediği temel ilkeleri bu kıssalarla bize Kur’an-ı Kerim’de öğretmiştir.
Maalesef, adına İslam Cumhuriyeti veya İslam Emirliği denen devletler, Emevi ve Abbasi Sultanları’nın kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için verdirdikleri fetvaları Şeriat adıyla kutsarken, baskıcı ve hırsız rejimler kurmuşlardır. Ahlâki açıdan kabul edilemeyecek her şey şehvet – şöhret – servet hırsıyla genel kural hale gelmiştir. Allah’ın istemediği ne kadar kötülük varsa bu rejimlerde fazlasıyla bulunmaktadır. O zaman da Sünnetullah gereği bu ülkeler üzerinde Allah’ın gazabı eksik olmaz: Fakirlik, esaret ve iç savaş…
KÖKTEN DİNCİLİK VE AZ GELİŞMİŞLİK: HANGİSİ SEBEP?
Bu ana kadar yazdıklarımın genel özeti şudur: Kökten dinci bakış açısı ve buna bağlı siyaset fakirlik ve az gelişmişlikten beslenir. Şehirli ve sanayileşmiş toplumlarda, eğitim düzeyi yüksek ve uzmanlaşmış bireylerin bulunduğu topluluklarda öz denetim ve toplum yararı öne çıkmaktadır. Hiçbir insanın kabul etmeyeceği ahlâksızlıklar genel kural haline getirilmemektedir. Çünkü gelişmiş bir kapitalist toplumun yaşayabilmesi için toplumun ortak konsensüsü gereklidir. Ancak az gelişmiş toplumlar gelişmiş toplumlar için kapitalizmin eşitsizlik yaratabileceği verimli topluluklardır. Buralarda kurulacak çarpık yönetimlerle kendi çıkarlarına o ülkelerin (petrol, doğalgaz ve su gibi) doğal kaynaklarını, (eğitimli nüfus gibi) insan kaynaklarını, jeopolitik değerlerini sömürürler. Afganistan örneğine bakarsak, görünüşte Afganlılar İngiltere, Rusya ve ABD’yi sırasıyla yenip kovmuşlardır. Ancak ölenler Afgandır, harap olan ülke Afganistan’dır ve cehalet – fakirlik – iç savaş üçgeninde yıkılan Afgan halkıdır. Bugün iktidara gelen Afgan rejimi de kendi ayakları üzerinde duracak müktesebata sahip olmadığı için, günün sonunda Çin‘in kucağına oturacaktır.