Günümüzde ekonomi politik deyince, daha çok heterodoks (sakın yanlış anlaşılmasın Sayın Nebati'nin bahsettiği heterodoks iktisat değil, DMD) iktisatçıların önem verdiği ve iktisadi faaliyetin toplum içindeki farklı zümre ve sınıfların çıkarları üzerindeki veya dünya ekonomisi içinde farklı ülkelerin çıkarları üzerindeki etkilerini inceleyen bir yöntem anlaşılır.

İktisat biliminin şafağında Smith’den Marx’a kadar iktisat bilimi “ekonomi politik – siyasi iktisat” olarak adlandırılırdı. Çünkü ilk kurucu babalara göre iktisat bilimi devlet yöneticileri, sınıflar ve diğer zümrelerin siyasi ve kültürel tercihlerini ele alırdı. Neo-Klasik İktisatla birlikte iktisadi faaliyet zamandan ve mekândan bağımsız akılcı bireylerin kendi kişisel çıkarlarını maksimize ettiği bir oyun olarak modellenmeye başladı. Bu bakış açısı iktisadi olayların siyasi tercihler, tarihsel süreç ve kültürel birikimden bağımsız olarak dünyanın her yeri ve tarihin her anında değişmez bazı ilkelere bağlı olduğu yargısının oluşmasına sebep oldu. Tabii ki, böyle bir yargının oluşmasında, o dönemde (19’uncu yüzyıl) iyice egemen hale gelmiş olan Newton Fiziğinin de etkisi vardır. Newton Fiziğindeki atomların yerini akılcı bireyler, çekim kanunu gibi kanunların yerini de miktar kuramı ve piyasalar almıştı. Neo-Klasik iktisat, böylece, kendisinin içinden doğduğu siyasi iktisadı bitirmişti. Bu öyle aşırı bir noktaya gelmişti ki, piyasaların yarattığı rekabet toplumu ve ekonomiyi ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine kendiliğinden getirecekti. Rekabetin doğru düzgün işlediği bir ekonomide enflasyon, işsizlik ve ekonomik krizlerin olması mümkün değildi. Böyle bir durumda bir ekonomi politikasına da ihtiyaç kalmıyordu. Ekonomi sonsuz ve bozulmaz bir dengeye gidiyordu. Herkes mesut, herkes bahtiyardı!...

Günümüzde ekonomi politik deyince, daha çok heterodoks (sakın yanlış anlaşılmasın Sayın Nebati’nin bahsettiği heterodoks iktisat değil, DMD) iktisatçıların önem verdiği ve iktisadi faaliyetin toplum içindeki farklı zümre ve sınıfların çıkarları üzerindeki veya dünya ekonomisi içinde farklı ülkelerin çıkarları üzerindeki etkilerini inceleyen bir yöntem anlaşılır. Tabii ki, bu yöntem her şeyden önce, Neo-Klasik iktisadın varsaydığı, yukarıdaki paragrafta anlatmaya çalıştığım bozulmaz ve sonsuz bir dengeyi gösteren ilâhi ahengi reddetmek zorundadır. Yani ekonomik hadiselerin denge yerine dengesizlik, sonsuz ve bozulmaz bir uyum yerine çatışmaya dayalı olduğu varsayılmak zorundadır. Bu anlamda ekonomi politik, herhangi bir olayın toplum içinde hangi kesimleri veya dünyadaki farklı ülkeleri ne kadar etkilediğini inceleyen düşünceler bütünü olarak tanımlanmak durumundadır.

Bir ekonomi politikasının ekonomi politiği deyince, uygulanan ekonomi politikasının kimin cebinden alıp kimin cebine koyduğu incelenmelidir. Yani “Uygulanan ekonomi politikası sonunda hangi kesimler görece fakirleşmiş ve hangi kesimler görece zenginleşmiştir?” sorusuna cevap aranır. Bugün Türkiye’nin son döneminde uygulanan politikaların kimlere yarar sağladığı ve kimlere de zarar verdiğini tartışacağım.

2021 EYLÜLÜNDEN HAZİRAN 2023’E KADAR OLAN SAĞ POPÜLİST EKONOMİ POLİTİKASI

2021 yılı Eylül ayında Hükümetin önünde ciddi bir ekonomi politik tercih bulunuyordu. Yüzde 16 civarında bir enflasyon ve yüzde 13 civarında bir işsizlik. Elbette dünya gibi Türkiye de pandemiden çıkmıştı. Pandemi bütün dünyada negatif bir arz etkisi yaratmış, ticaret yavaşlamış, maliyetler artmış, durgunluk içinde enflasyon yani stagflasyon tehlikesi artmıştı. Bu tip durumlar hükümetlerin en zor karar aldığı durumlardır: Ya enflasyonu düşürüp işsizliği arttıracaksınız, ya da işsizliği düşürüp enflasyonu arttıracaksınız. Hükümet seçimini işsizliği düşürüp enflasyonu arttırmaktan yana kullandı. Bu kararı almalarında Sayın Cumhurbaşkanı’nın gençliğinden kalma siyasi önyargılarından çok 2023 seçimlerinin etkili olduğunu düşünüyorum. Durum siyasi açıdan gerçekten kritikti. 2019 yılında İttifakla seçime giren Muhalefet başta İstanbul ve Ankara olmak üzere hemen hemen bütün büyük şehirleri almıştı. Mevcut durumda muhalefet ve iktidar oy oranlarında kafa kafaya görünmekteydiler. Pandemiden kalan birikmiş borçlar esnafı, küçük işletmeleri ve üreticiyi boğuyordu. Her an bir iflas dalgası yaşanabilirdi. Öte yandan enflasyon, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de başını kaldırmıştı. Hükümet siyasi bir karar ile iktisadi bir karar arasında kalmıştı. Normalde stagflasyonla mücadele belli bir süre için işsizliğin artmasına razı olup enflasyonu kontrol altına almayı gerektirirdi. Yüzde 16 enflasyonu yüzde 10’un altına çekmek için işsizliğin belki yüzde 16 – yüzde 20 aralığına sıçramasına razı olmak gerekecekti. Öte yandan işsizliği Türkiye’nin NAİRU’su olan yüzde 10 civarına çekmek için enflasyonun patlatılması gerekecekti. Kritik soru şuydu: İşsizlik artarsa ne kadar oy kaybederiz, enflasyon artarsa ne kadar oy kaybederiz? Özellikle gelişmekte olan ülkelerde seçmen davranışı işsizlikten daha fazla etkilenmektedir. Yani bir istikrar programı uygulansa, en az iki senelik bir durgunluk kapıdaydı ve bu da zaten kafa kafaya olan oyların muhalefetin lehine dönmesine kolaylıkla yol açabilirdi. Öte yandan enflasyon artışı batmak üzere olan bir çok firmanın borçlarının erimesine yol açacaktı. Ekonomik canlılık devam edecekti. Belki büyük şehirlerde yaşayan eğitimli ve hayat beklentisi yüksek ama maaşlı çalışan orta sınıflar bundan olumsuz etkilenecekti ama AK Parti’nin ana seçmen kitlesini oluşturan esnaf, tüccar tabakası, tasarruflarını mevduat yerine altın ve dolarda tutan muhafazakâr kesimler bu durumdan nemalanacaktı. Yani enflasyon işsizlikten daha az oy kaybettireceği için Hükümet kararını verdi: Sayın Cumhurbaşkanı meşhur sözlerini söyledi: “Faiz sebep enflasyon neticedir!” 2021 Eylül’ünden 2023 Haziran’ına kadar nâmütenahi para basıldı, aşırı yüksek negatif reel faiz politikası ile krediler azdırıldı, hızla artan dövizin artış hızını kesmek için KKM ihdas edildi, o da yetmeyince Merkez Bankası döviz rezervleri satıldı.

Bu politika sağ popülist politikadır. Enflasyon önemsenmeden ekonomiyi büyütmeyi amaçlayan politikalar popülist politika olarak bilinir. Eğer popülist politika parasını altın ve dövize istifleyen rantiyelerin, büyük sermaye ve finans kesiminin, gayrımenkul zenginlerinin işine yarıyorsa sağ popülist politika olur. Seçime kadar olan dönemde hepimiz gördük: altın ve döviz istifçileri, gayrımenkul zenginleri, büyük sermaye grupları finans sektörü kârlarına kâr, servetlerine servet kattılar. Küçük işletmeler ve esnaf borçlarını sıfırladılar, (çünkü enflasyonla sattıkları malların fiyatları artarken borçları sabit olduğu önemsizleşti). Öte yandan emekçiler, maaşlı çalışanlar ve çiftçiler perişan vaziyettedir. Bu kesimlerin servetleri azaldı, gelirleri ve satın alma güçleri düştü ve borçları ikiye üçe katlandı. Yani hükümet seçim kazanmak için fakirin cebinden alıp zenginin cebine koydu. Enflasyon ve cari açık patladı, TCMB rezervleri suyunu çekti. Ama ekonomi canlı olduğu ve ucuz kredi imkânları bulunduğu için insanlar durumun vahametini tam olarak idrak edemediler. Sonuç olarak seçimleri Sayın Cumhurbaşkanı kazandı.

SEÇİM SONRASI SAĞ İSTİKRAR PROGRAMI

Seçim sonrasında Maliye Bakanlığına Sayın Mehmet Şimşek, TCMB Başkanlığına Sayın Gaye Erkan atandı. Nebati – Kavcıoğlu yönetiminden farklı bir idare götürüleceği yönünde kuvvetli mesajlar verildi. Seçimde muhalefete destek vermiş olan birçok iktisatçı ve piyasa profesyoneli hemen yeni yönetime biat ettiler. Piyasalarda bahar rüzgârları esiyordu. Şairin dediği gibi: “Esti nesîm-i nevbahar, açıldı güller subh-dem / Esti bahar rüzgârı, açıldı güller sabah vakti”…

Ancak acı gerçekleri söylemek lazım: Ekonomi inşallahla, maşallahla idare edilmez. Politika uygulaması için eylem gerekir, eylem için program ve plan, plan içinse irade… Hâl-i hazırda bir program yoktur, ama bölük pörçük eylemler vardır. Kimi toplantılarda söylenen bazı sözler, verilen ümitler ve tweetlerle paylaşılan temenniler... Bu aslında arkada bir siyasi irade olmadığını da gösterir. “Hocam, ne demek siyasi irade yok? Daha iki ay önce yüzde 52 oy olan Sayın Cumhurbaşkanı var…” diye düşüneceksiniz, biliyorum. Ama bu sözlerim “bir istikrar programı uygulanması için gerekli siyasi irade yok” anlamında anlaşılsın. Çünkü daha seçim süreci bitmedi, en azından Sayın Cumhurbaşkanı için… Bütün kuvveti ile 2024 Mart’ında İstanbul, Ankara ve İzmir’i almak için bastıracaktır. Bu süre içinde kredi daraltılmasına gitmek istemiyor. Ancak öte yandan arabanın benzini de bitmiştir. Mart 2024’e kadar durumu idare edecek dış desteğe ihtiyacı vardır. Dış destek dış borç demektir. Sayın Şimşek ve Sayın Erkan’ın birinci vazifesi enflasyon ve cari açığı kontrol etmek değil, bu süre zarfında işleri idare etmek için gerekli dış fonları bulmaktır. Siyasi irade istikrar programına seçimlerden sonra destek verecektir.

Seçim sonrası ne olur? Ne olacak, seçimi kazanmak için enflasyon ve cari açık yaratan ekonomi programı orta sınıfı perişan edip zengini daha zengin etmişti. İstikrar programı uygulanırken de bu programın maliyetini daha fazla vergi, daha fazla zam ve hızla yükselen faiz ve daralan krediyle yine maaşlı çalışanlar, emekçiler ve küçük üreticiler ödeyecektir. Yani bugün biraz daha artan sıkıntılar daha başlangıçtır, turbun büyüğü heybededir ve 2024 seçimlerinden sonra ortaya çıkacaktır.