"Normalleşmeyi" vicdanımıza yediremediğimiz, en acı ve en insani duyguları yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz.
Nasılsın sorusuna “iyiyim” cevabı vermeye utandığımız süreçlerden geçiyoruz.
Hepimiz son iki haftadır yemek yemeye, su içmeye, uyumaya utanıyor, enkaz görüntülerine kahrolmuş halde bakarken dayanıksız ama “süslü püslü” binaları satışa sunma pervasızlığını gösteren müteahhitlere, bu binalara onay veren mimar ve mühendislere öfkemizi kusuyoruz.
“Normalleşmeyi” vicdanımıza yediremediğimiz, en acı ve en insani duyguları yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz.
Başımıza gelen bu felaketi unutmamak için de toplum olarak en insani duygularımızla baş başa kalmamız da bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Buna rağmen bir taraftan da enkazın toz bulutları dağılmadan sistematik bir şekilde ortaya saçılan dezenformasyon odaklarıyla da ne yazık ki mücadele etmek durumunda kalıyoruz.
On binlerce insanımızı yitirdiğimiz bu acı felakette dahi bu kötücül faaliyetlerin müsebbibi “insanlar” enkaz altındaki insanları unutup tüm enerjisini buna verebiliyorsa Allah göstermesin her kriz ya da doğal afette bu odaklarla mücadele etmek zorunda kalacağız.
Çünkü bitmiyorlar ve anlaşılan o ki hiçbir zaman da bitmeyecekler.
Türkiye zaten özellikle son sekiz yıldır en fazla dezenformasyona uğrayan ülkelerin başında geliyor.
Bu benim fikrim ya da gördüklerimden çıkardığım bir sonuç değil, Oxford Üniversitesi Reuters Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırmadan çıkan netice.
2018 yılında 37 ülke bazında yapılan araştırmaya göre Türkiye yüzde 49 ile yanıltıcı haber konusunda en çok dezenformasyona maruz kalan ülke.
Anlayacağınız, gün içinde gördüğünüz 100 haberin 49’u yalan.
Türkiye’de gazetecilik uzun zamandan beri “ajans haberciliğine” dönüştüğü için de bu dezenformasyonların peşine düşüp gerçeği yakalayan gazeteci sayısı da neredeyse hiç yok.
İşte en basitinden geçtiğimiz hafta İletişim Başkanlığı, Dezenformasyon Bildirim Servisi’ne 6200 dolayında yalan bilgi ve haber bildirimi geldiğini açıkladı.
Türkiye’de yalan haberin alıcısı çok. Öte taraftan insanların inanmak istediğine inanmak istediği de bir gerçek.
Kendim dahi depremin ilk günü Sakarya’da 5.5 şiddetinde bir deprem olmadığını yakın çevreme anlatabilmiş değilim.
“İsrail’den gelen yardım ekibinin bekletildiğinden” tutun da “Hatay’da baraj patladı” yalanına kadar birçok dezenformasyona şahitlik ettik.
Bu süreçte en sorumlu olmasını beklediğimiz bazı siyasi parti liderlerinin dahi isteyerek ya da istemeyerek de olsa araştırmadan bu dezenformasyona nasıl alet olduğunu da kulaklarımız işitti.
Evet bazıları “ülkede ifade özgürlüğü yok” derken, dezenformasyon ve yanıltıcı bilgiyle siyasi çıkarlarına rant serbestliği sağlamaya çalışıyor.
“Basın özgürlüğünden” anladıkları da yalan haberlerle siyasal pozisyon devşirebilmek.
İnsan canını umursamayan hatta hepimizin can güvenliğine kasteden bu anlayışla mücadele etmek zorundayız.
Barınma sorunu
Bildiğiniz gibi yaşadığımız deprem felaketinin ardından çoğu depremzede şehirlerini bırakıp çeşitli illere gitmek zorunda kaldı.
Konuştuğum bazı depremzedeler gitmiş oldukları illerde ev sahiplerinin kalıcı olmadıkları gerekçesiyle ilgisiz ya da soğuk davrandığından dem vuruyorlar.
Bazı illerde kira fiyatlarının yükseldiğine dair bilgiler de alıyoruz.
Yaralarımızı sarmaya çalıştığımız şu dönemde barınma probleminin bir krize dönüşmemesi için de çözüm üretmek şart.