İstifâ ile istifânın kabul edilmemesi arasında geçen birkaç saatte, Türkiye'deki "ulû'l emr" anlayışının güzel bir örneği yaşandı.
Tasavvuf kültüründe ağırlıklı olmak üzere, Müslümanlığın ağır bastığı toplumsal ve siyâsî yapılarda, ulû’l emre itaat geleneği vardır. Bunu âile içi karar ve uygulamalardan, askerî yapılardaki emir-komuta ilişkisine kadar hemen her yerde görmek mümkündür. Âilede babanın veya âile büyüğünün sözü geçerken, askerî yapılarda içinde de komutanın sözünün üstüne söz söylenmez. Bu, “emir mütalaa edilmez” şeklinde ifâde edilir.
Ancak bu geleneğin özellikle sivil sosyal yapılarda verimliliğini kaybettiğini, hatta bâzı topluluklarda yanlış uygulamalara sebep olduğunu da belirtmekte yarar var. Kişisel veya zaman ve mekâna ilişkin şartların sebep olduğu durumu dikkate almadan, toptancı bir zihniyetle devam ettirilen bu gelenek ciddî toplumsal kırılmalara yol açabilmektedir. Buradaki esas sıkıntı, ulû’l emrin “tek kişi” bağlamında anlaşılması ve uygulanagelmesidir. Oysa ki durum tam tersinedir, çünkü “emrin sâhibi veya emir verme makamının sâhibi” anlamında kullanılan “ulû’l emr” ifâdesi, tekil bir kişiye değil çoğula karşılık gelmektedir. “Ulû”, tekil değil çoğuldur.
Bu ayrıntı, İslâm kültüründeki “ulû’l emr’e itaat” anlayışının, toplumsal kararların tek kişinin sorumluluğunda ve yetkisinde olmadığını göstermektedir. Lafı uzatmaya gerek yok, birilerinin kökünü Yunan’a dayandırıp Avrupa’dan almaya çalıştığı “demokrasi” anlayışı, bu ayrıntının çok çok gerisindedir.
Bir ulû’l emr örneği
Geçtiğimiz pazar gecesi (12 Nisan), ülke ve dünya tamâmen korona gündemine odaklanmışken, İçişleri Bakanı sayın Süleyman Soylu’nun istifâsını açıklaması ortalığı hareketlendirdi. İki gün önce yine aynı saatlerde açıklanan sokağa çıkma yasağı sebebiyle yaşanan gereksiz ve anlamsız telaş ve panik, bu sefer devletin zirvelerinde hareketliliğe dönüşmüştü. Sayın Soylu, bu yasakla ilgili yaşanan tatsızlıklar sebebiyle aldığı eleştiriler yüzünden, sorumluluğu alarak istifa etti. Ancak her şey bundan sonra yaşandı.
Ben şahsî sosyal medya hesaplarımdan istifanın sayın Cumhurbaşkanımız tarafından kabul edilmeceğine dâir fikir ve inancımı “İstifa, Külliye’den döner” cümlesiyle paylaştım. Hamdolsun, mahçup olmadım. Benimle aynı düşünen milyonlar da mahçup olmadı. Bu istifâya sevinen veya sonuca göre rengini belli edecek olanların kim olduğunu hem kamuoyu hem de devletimizin gerekli kurumları biliyorlar.
İstifâ ile istifânın kabul edilmemesi arasında geçen birkaç saatte, Türkiye’deki “ulû’l emr” anlayışının güzel bir örneği yaşandı. Azgın ve bağnaz muhalefet tarafından “seçilmedi, atandı” şeklinde eleştirilen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sosyal medyada bir saat içinde yapılan milyona yakın paylaşımla “sivil atama” yaşadı. Burada, istifâyı elbette Cumhurbaşkanlığı makamı reddetti ve sayın Soylu’yu göreve geri getirdi. Ancak kamuoyunun verdiği destek ve gösterdiği tepki ve tavır, “emir sâhibi”nin halk olduğunu ortaya koydu. Devletimizin yetkili makamı da bu tavra iştirak etti.
15 Temmuz’dan sonraki ikinci örnek
Türk halkı ve kamuoyu, devlete ve devlet kurumlarına sâhip çıkması gerektiğinde neler yapacağının en iyi örneğini 15 Temmuz gecesi göstermiştir. Bu, “hâkimiyetin millette olması” kuralının sözde değil, özde var olduğunun delilidir.
15 Temmuz gecesi devlete sâhip çıkan halk, 12 Nisan gecesi de devletin en önemli kurumlarından olan içişleri bakanlığına ve bu makamdaki kişiye sâhip çıkmıştır. Artık sayın Soylu’nun arkasında halkın olduğu daha bâriz hâle gelmiştir. Sayın Soylu, gecesini gündüzüne katarak çalışmanın halk tarafından çok iyi görüldüğünü hem görmüş hem de göstermiştir. Halkın desteğini almak isteyen devlet görevlilierinin nasıl hareket etmesi gerektiğini, nasıl çalışması gerektiğini, yaşanan bir dizi felâkette gördük ve görüyoruz.
Halk, kendisi ve devleti için çalışana vermesi gereken desteği “ulû’l emrin gerçek sâhipleri” olarak tavrını koyarak göstermiştir. Bu münferit olay, kısa süreli de olsa, halkın reflekslerinin uyanması ve yeniden harekete geçmesi için ikinci büyük örnek olmuştur.