Bir toplum kendisi 17 Ağustos 1999 depremini yaşamış ve bunun üzerinden 24 sene geçmiş olmasına rağmen bir önlem almamışsa, Allah'ın çizdiği "depremde binlerce kişinin ölmesi" kaderini kendi iradesiyle seçmiş demektir!
Benim “küçük kıyamet” dediğim 06 Şubat Depremi üzerine 26 gündür sürekli konuşuyoruz. Bu arada benim içimi acıtan bazı sözler de söylendi: “Deprem Allah’ın takdiridir, bundan kaçamazdık!”, “Suriyeli muhacirlere yeterince yardım edemediğimiz için Allah bizi depremle cezalandırdı!”, “Depremde ölüm bu işin fıtratında var!” gibi lâflar edildi. Dikkat edilirse deprem sonucu ölümlerin sorumluluğundan sıyrılmak ve sorumluluğu Allah’a yıkmak için dini kavramlarla bir retorik üretiliyor. Bu retorikte İslam’a göre kader kavramı hakkında çok çarpıtılmış ve gerçeğinden uzak bir anlayış bulunmakta. Bu konuda bilgisi yetersiz kitlelere de yanlış bir kader anlayışı anlatılıyor. Bilmeliyiz ki, kader ve kaza imanın cüzlerindendir. Bu konuda yapılacak ve öğretilecek bir yanlış insanı imanından eder. Bu sebeple bu yazıda İslam’daki kader anlayışını anlatmak istiyorum. Tabiî ki, içinizde “Hoca, sen iktisatçısın; ne diye bu işlere giriyorsun?” diyeniniz çıkacaktır. Doğrudur ben iktisatçıyım, ama aynı zamanda Hanefi-Maturidi geleneğinden bir Müslümanım. Her Müslümanın üzerine namaz gibi, oruç gibi farz olan bir vecibe de “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münkerdir.” Yani “iyilikleri emretmek ve kötülüklerden sakındırmak.” Bu manâda her Müslümanın bilmesi gerekene temel akideler aykırı bir söylem tutturulursa, bunlara karşı işin doğrusunu söylemek her Müslümana farzdır. Ben de bugün üzerime düşeni yapmak istiyorum.
İSLAM’DA KADER İNANCI NEDİR? KAZA VE CÜZ’İ İRADEYLE NE KASTEDİLİR?
Ben ilâhiyatçı değilim. İşi ehline bırakalım. İslam Ansiklopedisinin Kader maddesinde Yusuf Şevki Yavuz Hoca’dan alıntı yapalım:
“Allah’ın yaratıklarına ilişkin planını ve tabiatın işleyişini gerçekleştirmesini ifade etmek üzere literatürde kader ve kazâ kelimeleri kullanılır. Bu iki terim âlimlerce farklı şekillerde tanımlanır. Sözlükte “gücü yetmek; planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek; rızkını daraltmak” gibi mânalara gelen kader, “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi” diye tarif edilir. “Hükmetmek; muhkem ve sağlam yapmak; emretmek, yerine getirmek” anlamlarındaki kazâ ise “Allah’ın nesne ve olaylara ilişkin ezelî planını gerçekleştirmesi” şeklinde tanımlanır. …
Kader konusuyla bağlantılı görülen ilâhî sıfatlardan irade hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de yapılan açıklamalara göre Allah dilediğini yapar ve dilediği şekilde yaratır. O dileyenin iman, dileyenin inkâr edebileceğini bildirmiş, iman edeceklere hidayet vermeyi, inkâr edenlerin de sapıklıklarını sürdürmesini murat etmiştir. Eğer isteseydi herkes iman ederdi, ancak insanların kendi irade ve tercihleri olmadan iman etmelerini dilememiş, onları serbest bırakmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rvd”, “şyʾe” md.leri). …
Kader probleminin odak noktasını oluşturan insanların fiilleri konusunda Kur’an’da dileyenin iman, dileyenin inkâr edebileceği, itaat ve isyanın insanın iradesine bağlı kılındığı, kişilerin işledikleri ameller karşılığında cennete veya cehenneme girecekleri, iyi işlerinin lehlerine, kötü işlerinin aleyhlerine olduğu ve Allah’ın kullarına asla zulmetmediği ifade edilmiştir (el-Kehf 18/29; es-Secde 32/19-20; Sebe’ 34/37-38; Yâsîn 36/54, 63-64). Kur’an’da insanın, irade ve gücünü iman ve itaat yahut inkâr ve isyan doğrultusunda kullanmasına bağlı olarak müminlerle kâfirler hakkında farklı ilâhî fiillerin gerçekleşeceği de belirtilmiştir. …
Kur’an’da Allah-kâinat ve Allah-insan ilişkisi bağlamında temas edilen kader konusu doğrudan doğruya iman edilmesi emredilen esaslar arasında zikredilmemiş (el-Bakara 2/177; en-Nisâ 4/136), sadece Allah’ın yetkin sıfatlarına, bunun yanında insanın cebir altında bulunmayıp seçim hürriyetine sahip olduğu hususuna vurgu yapılmıştır. Ancak konu hadislerde farklı bir durum arzetmektedir. Bazı rivayetlerde kader iman esasları arasında zikredilmezken (Buhârî, “Îmân”, 37; Tirmizî, “Fiten”, 63)
bazılarında hayrı ve şerriyle birlikte kadere iman etmenin gerektiği belirtilmiştir (Müslim, “Îmân”, 1; Tirmizî, “Îmân”, 4). …
Kader problemi ashap arasında tartışma konusu olmuştur. Hz. Ömer, veba salgını yüzünden Şam’a girmeyip geri dönmesini kaderden kaçış olarak değerlendirenlere, hiçbir fiilin kaderin kapsamı dışında kalmadığını ve dolayısıyla bulaşıcı hastalık bulunan bir beldeye girmemenin de bir kader olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber’in kader hakkında yaptığı açıklamayı tekrarlamış, günahları kaderin sevkiyle işlediğini iddia eden bir kişiyi de cezalandırmıştır (Ebû Zehre, s. 140-142). Hz. Ali de bir soru üzerine her şeyin kazâ ve kadere göre gerçekleştiğini ve hiçbir olayın bunun dışında kalmadığını belirttikten sonra kaderin insanları icbar altında bırakmadığını ve fiillerini hürriyet içinde gerçekleştirdiklerini söylemiş, aksi takdirde mükâfat veya ceza uygulamasının adalet ilkesiyle bağdaşmayacağını, son tahlilde ise kaderin ilâhî bir sır olma özelliğini koruduğunu bildirmiştir (Âcurrî, s. 200-215; Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl, s. 146-147).”
Buradan anlaşılacağı üzere kader aslında Allah’ın evrenin işleyiş yasalarını yani fizik, kimya ve biyoloji yasalarını ve yine toplumların gelişme yasalarını yani iktisat, sosyoloji ve sosyal psikoloji yasalarını koyup hayata geçirmesidir. Doğanın ve toplumların hareket kanunları Mutlak Yaratıcının sonsuz ilminden ve sonsuz yaratma gücünden kaynaklanmaktadır. Bunlara Kur’an’da “sünnetullah” denmekte, her bir doğa kanunu da “Allah’ın ayeti” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla kader deyince bütün yaratılmışlarla beraber insanın da tâbi olduğu doğa yasaları ve toplumsal yasalar akla gelmelidir.
“Burada insanın aklı ve iradesi nerededir?” Bu soruya verilecek cevap “Allah’ın bütün muhtemel fiilleri yaratmış olması ve bu fiillerin sonuçlarını da kendi koyduğu kader çerçevesinde bilmesi” olarak cevaplandırılabilir. Burada bir örnek verelim: Bir insan bir uçurumun başında durup uçurumdan atlayıp atlamama arasında karar vermek üzeredir. Eğer uçurumdan atlarsa ölecek, atlamazsa yaşayacaktır. Uçurumdan atlarsa ölecek olması doğa kanunları yani kader gereğincedir. Çünkü yerçekimi kanunu vardır. Öte yandan atlamazsa da ölmeyecektir. Bu da doğa kanunları yani kader gereğincedir. İşte Ehl-i Sünnet kelamcılarının “Allah’ın çizdiği genel kader anlamında irade - i külliye” dedikleri şey bu doğa kanunudur. Pekiyi atlayıp atlamama kararını kim vermektedir? Tabii ki insan! Allah insanın uçurumdan atlayınca veya atlamayınca elde edeceği sonuçları yaratmıştır, bu sonuçları göze alarak atlayıp atlamamaya karar verecek olan insandır. İşte buna binaen Ehl-i Sünnet Kelâmcıları “insanın muhtemel kaderlerden birini tercih etme özgürlüğü ve sorumluluğu anlamında irade-i cüzziye” kavramını geliştirmişlerdir. Yani insan cüz’î iradesiyle Allah’ın çizdiği kaderlerden birini tercih edecek, ya ölecek ya da hayatta kalacaktır! Pekiyi kaza nedir? İnsan uçurumdan atlayıp ölmeye karar verir, atlamak onun kararıdır ve bunun sonucunda ölmesi de kaderdir. Ancak eğer insan uçurumdan atladığında uçurumun kenarında kalan bir ağaç dalına takılır ve ölümden kurtulursa bu da “kazadır”.
Müslüman “Allah’a teslim olmuş barışçı insandır.” Ancak Hz. Ömer’in dediği gibi “Allah’ın çizdiği kaderlerinden birini seçmek özgürlüğüne” de sahiptir. Yine Hz. Ali’nin dediği gibi eğer bu seçme özgürlüğü olmasaydı “dünya hayatının bir imtihan olması gerçeği de anlamsız olacaktı. Bu seçim özgürlüğü ve seçimlerin sonuçlarından kaynaklanan sorumluluğumuz irade-i cüzziyedir. Ancak bazen bizim seçimlerimizden murat edilenin tersine sonuçlar çıkarsa bu da kazadır. İnancımıza göre kaza ve kader Allah’tandır.
DEPREMDE ÖLÜMLER BİZİM KADERİMİZ MİDİR?
Deprem Allah’ın çizdiği kaderdir. Çünkü jeoloji yasalarını koyan ve işleten Allah’tır. Ancak depremde ölüm, bizzat Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye göre insanların bireysel ve toplumsal seçimlerinin, yani cüz’i iradelerinin sonucudur. Bir toplum kendisi 17 Ağustos 1999 depremini yaşamış ve bunun üzerinden 24 sene geçmiş olmasına rağmen bir önlem almamışsa, Allah’ın çizdiği “depremde binlerce kişinin ölmesi” kaderini kendi iradesiyle seçmiş demektir! Sen ilk önce il başkanının kayınçosundan imar izni ayarlayacaksın, “Kayınpeder enişte çok para var bu işte!” diyeceksin, sonra fay hattına 20 kat apartman dikeceksin, sadece iki metre dayanıksız temel atacaksın, deprem olunca da “Allah’tan geldi, ne yapalım biz!” diyeceksin! Çakır’ın dediği gibi: Ne güzel İstanbul be!
Deprem bölgesinde uygun imar izni çıkarmayan, depreme dayanıksız yapıları engellemeyen, depreme karşı sivil savunmayı örgütlemeyen, adam gibi şehir planları yapmayan, hamur gibi toprağa sünger gibi binaları dikip kira geliriyle geçinmeyi düşünen toplum ve devletler Müslüman sayılmazlar! Çünkü Allah’a ve onun jeoloji kanunlarına teslim olup onun gereğini yapmamaktadırlar ki, Müslüman “Allah’a teslim olmuş” insandır. Sonra da kendi sorumluluklarından sıyrılıp suçu Allah’a atarlar.
Bilelim ki bu tip görüşleri bildirmek milleti, özellikle gençleri dinden soğutmaktadır. Bu büyük bir vebaldir. Çünkü sadece kendinizinkini değil başkalarının da imanını bozmaktasınız. Bir tane İlâhiyatçı çıkıp da bunları derli toplu bir şekilde anlatmamaktadır, bir facia da budur. O zaman da iş bize düşmektedir. Öte yandan kendi görüşlerine muhalif yorumlar içeren Kur’an meallerini toplatıp imha etmektedirler! Sonra da TV’lere çıkıp “Ehl-i Sünnet” nutukları atmaktadırlar. Onlara sormak lâzım: Siz gerçekten Ehl-i Sünnet mensubu musunuz?
GENÇLERE SON SÖZ: Papaza kızıp oruç bozmayın.