İlkçağ filozoflarının doğaya yönelişlerinin temelinde doğayı anlama çabası yatmaktadır.
İnsan ve doğa arasındaki ilişki tarihin başlangıcından beri süregelen bir ilişkidir. Yaşamını doğanın koşullarıyla şekillendiren insan, doğa ile zorunlu bir ilişki içerisindedir. Bu zorunlu ilişkinin arka planında insanın doğaya karşı aciz ve bağımlı olması yatmaktadır.
İlkçağ filozoflarının doğaya yönelişlerinin temelinde doğayı anlama çabası yatmaktadır. Halbuki 17. Yüzyıla gelindiğinde bilimsel ilerlemelerin sonucu oluşan mekanik doğa kavrayışı, insanın hem kendisini hem de çevresini algılama biçimi bütünüyle değiştirmiştir.
İnsanı merkeze alan bir dünya tasarımı
Endüstri Devrimiyle birlikte yoğun sanayileşme süreci başlamıştır. Bu sürecin sonucu olan demografik sorunlar ve hızla doğanın tahrip edilmesi doğal yaşamın işleyişini bozmuş, onarılması imkânsız çevre felaketlerini beraberinde getirmiştir.
Bu süreç ülkeler arasındaki ekonomik dengeyi olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Buna bağlı olarak sömüren- sömürülen arasındaki ilişki insan ve doğa arasında oluşmuştur, doğa ise bu ilişkide her zaman sömürülen tarafta olmuştur.
İnsanın merkeze alındığı doğa anlayışı sebebiyle insanlar kendilerini doğanın efendisi olarak algılamışlardır. Dolayısıyla insanlar doğal kaynakları sömürmeyi kendilerine bir hak olarak görmüşlerdir.
Doğayı araçsallaştıran; laboratuvara dönüştüren söylem Aydınlanma Çağı ile güçlenmiştir. Her şeye hükmedeceğini düşünen insan, teknolojik gelişmeleri de kötüye kullanmıştır. Uygarlıklar geliştikçe, savaşlarda kullanılan silahlar doğaya kalıcı zararlar vermeye başlamıştır. Bu dönemden sonra teknolojik gelişmeler artmış fakat insanı tüketime yönlendiren anlayış yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkarmıştır. Bu yapı, doğayı sömürmeyi sıradanlaştırarak yeni bir çevre algısı yaratmıştır.
Doğanın olağan akışının bozulması, insanların doğal akışını da bozmuştur. Bugün bizim doğa ile yaşadığımız sorunların temeli insan ve doğa arasında bozulan ahlaki ayrılıktır. Doğa ile insanı farklı konumlara ayıran düalist anlayış, insanın doğaya hükmetmesi gerektiğini öne süren geleneğin oluşmasına neden olmuştur.
Ekolojik felaketler doğal afet mi?
Dere yatağına yapılan evler, küresel ısınmaya yol açan ekonomik modeller ve buna benzer birçok unsur olmasa doğa hiçbir zaman afet kaynağı değildir. Afetler insanların doğanın olağan işleyişini bozmasından kaynaklı ortaya çıkan sorunlardır. Son yıllarda sıklıkla karşılaştığımız ekolojik felaketlerin sebebi doğanın işleyişinde değil, doğal dengeyi bozan akıldadır.
“Hepimiz yeryüzünün kiracılarıyız”
İnsan, çevre sorunlarının hem yaratıcısı hem de bu sorunların çözümdeki en önemli taraftır. Doğayı ve insanı birbirlerine üstünlük kurmadan kendi gerçekliğinde ele almak ancak felsefi bir çevre bilinciyle mümkündür. Bu bilinci sağlayacak olan anlayış ancak insan merkezci bir etik yerine çevre merkezci bir etik anlayışının oluşmasıyla mümkündür.
Çevre sorunlarının yalnızca çevrenin kirletilmesi veya doğal kaynakların bilinçsizce kullanılması olarak değil daha geniş açıdan bakarak ekonomik, siyasal, toplumsal, ahlaki boyutlarıyla birlikte daha karmaşık sorunlar yığını olarak görmek ve çözüm üretmeye çalışmak doğru olacaktır.