Söz konusu çevre olunca sosyal medyada çokça paylaşılan şu sözü bilirsiniz: "Biz dünyâyı babalarımızdan miras almadık, çocuklarımızdan ödünç aldık."
Bu söz “Beyaz Anglo Sakson Protestan” (WASP) göçmenlerin yeni keşfedip kendi kendilerine verdikleri isim ile “Amerika” dedikleri kıtada soykırıma uğratıp milyonlarcasını yok ettikleri Kızılderililere âit. Elliden fazla farklı dil konuşan ve soykırıma uğrayan sayıları elli milyonu aşan Kızılderililerin çevre bilinci oldukça yüksek olmalı. Ancak bu söz başka bir kıtada yaşayıp başka bir hikmet kültürüne sâhip olan başka bir insan topluluğuna âit de olabilir.
Endüstriyel emperyalizm dünyâyı sömürmeye başlamadan önceki dönemde hemen hemen bütün toplumlar belli bir hikmet kültürüne ve dolayısıyla çevre bilincine sâhipti.Tabiattaki dengenin önemini biliyorlar ve ona göre avlanıp ona göre sebze ve meyve topluyorlardı. Doğanın içinde doğanın bir parçası olarak doğayı yağmalamadan yaşıyorlardı. Kendilerini “en gelişmiş” ve dolayısıyla “her şeyi yapmaya hakkı olan” canlı olarak görmüyorlardı. Sosyal Darwinizm ile yara alan çevre bilincini “Beyaz Adamın Sorumluluğu” da iyileştiremedi. Artık okyanusların dipleri, dağların tepeleri, balinaların mideleri plastik atıklarla dolu.
Çevre bilincinin âhiret inancıyla doğru orantılı, çevre sorunlarıyla ters orantılı bir ilişkisi var. Âhiret inancı deyince cennet ve cehennem akla geliyor. Oysa âhiret inancının bu dünyâda önemli bir rolü var. Yâni aslında âhiret inancı işimize sâdece öldükten sonraki hayâtımız için yaramıyor.
Alternatifi olmayan gezegenimizi yaşanmaz hâle getiriyoruz. Tehlike sinyalleri artık kırmızı oldu. Ama hiç umursamıyoruz. Doğayı vahşice tüketiyoruz. Birkaç kapitalist firmanın provokasyonu ile yapılan çevre eylemleri hâricinde hiçbir şeyolmuyor. Bu eylemler bile kısa sürede amacından sapıp çadır festivaline dönüşüyor. O kadar ki, çevre eylemleri bitince arkalarında çevre kirliliği bırakıyorlar.
Bunun yanında bireyselleşme üst seviyelerde. Bunu da “kişisel gelişim” kılıfı ile sempatik hâle getiriyorlar. Bireysel sporlarda bile “en iyi” olmak için başka rakiplere gerek varken, toplumsal bir canlı olduğumuz gerçeğini görmezden geliyoruz. Kendimizden başka herkesi ve her şeyi görmezden gelince ve bundan sonra bir hayat olduğuna inanmayınca, gezegenin en tehlikesi canlıları hâline geliyoruz.
Aslında “kendi topumuza sıkıyoruz”. Gezegene ve diğer canlılara bunları yapan insan, önce diğer insanlara zulmediyor. Diğer insanlar üzerinde egemenlik kurunca da kendine zulmetmeye başlıyor. Bedenimize yaptıklarımızı bir düşünün. “Gençleşme”, “güzellik”, “estetik”, “yaşlanma karşıtı” gibi sloganlarla bedenimize işkence ediyoruz.
Oysa bedenimizin sâhibi değiliz. Tıpkı gezegenimiz gibi bedenimizin de emânetçisi olduğumuzu düşünmek, bedenimize ve bedenimizin parçası olduğu doğaya kötü davranmamızı engeller. Bedenimizi emânetçi olarak (ölünce) geri verirken, onu ne kadar az bozulmuş ve iyi durumda teslim etmek, toplumsal plânda bir çevreci hassâsiyete denk düşmektedir.
Kişisel plânda bu hassâsiyeti insana âhiret inancı vermektedir. Yaşanan hayâtın ve bu hayâtı yaşarken kullanılan bedenin hesâbını vereceğine inanan yâni âhiret inancı olan kişi, o bedeni hor kullanmaz. Çünkü bedenimizin alternatifi, yedek parçası yoktur. Bedenimiz için “eskiyi getir, yeniyi götür” diye bir şey söz konusu değildir. Âhiret inancı olan insan, tıpkı ikinci bir bedenimiz olmadığı gibi, dünya gezegeni de hor kullanmaz, tahrip etmez. Kısacası tam anlamıyla “çevreci” olur.