Kapalıçarşı Fesçiler kapısı üzerinde yer alan hat levhada şu hadisi şerif yazar; "El kasibi Habibullah". Hattat Sami'nin (1838 – 1912) Sultan Abdülhamid devrindeki Kapalıçarşı tamiratından sonra hazırlamış olduğu muhteşem talik kitabedir.
Kapalıçarşı Fesçiler kapısı üzerinde yer alan hat levhada şu hadisi şerif yazar; “El kasibi Habibullah”. Hattat Sami’nin (1838 – 1912) Sultan Abdülhamid devrindeki Kapalıçarşı tamiratından sonra hazırlamış olduğu muhteşem talik kitabedir. Peygamber Efendimizin bu kutlu sözünü bu mübarek ayda tefekkür etmemiz gerektiğini düşünerek satırlara döküyorum. Başkasına yük olmamak niyetiyle çalışıp çabalayan, kendi eliyle kazandığını harcayan kişi Allah’ın muhabbetine mazhardır. Yine, her sabah rızkını kazanmak amacı ile evinden çıkıp giden bir aile reisinin rızkı Allah’ın teminatındadır. Evde geride bıraktığı eşi ve evlatlarına bu huzuru aşılayan bir aile reisinin kendini Allah’ın rızkına talip olduğunu göstermesidir çalışması, emek harcaması. Ailesinin rızkını helal yerde harcayan, israf etmeyen ve şükür duygusu ile dopdolu bir kul dünyanın en zenginidir. Hanımının da eşinin bu çabasını, yorgunluğunu görüp onu şefkat ile sarmalaması çocuklarına da aynı düsturla yetiştirebilmesi ne büyük lütuftur.
Çalışmak ne ola ki
Kazanmak ve kazandığını sevdikleri ile paylaşmak daha da ötesi ihtiyaç sahiplerinin de hakkı olduğunu gözeterek harcamak büyük bir erdemdir. Elbette başkalarına yardım etmeli, elimizdekini paylaşmalıyız, vermeliyiz. Ancak bunun da ötesinde iş sahibi olacak şekilde insanlara iş edindirmenin ben bu zamanda çok daha kıymetli olduğunu düşünmekteyim. Usta ve çırak birlikteliği ne kadar anlamlıydı bir zamanlar. Gözü dışarıda değil, ustasının elinde olan çıraklar. Bir sözünü iki etmeyen, çalışkan, azimli ve dünyayı kaldırabileceğine inanan gençler neredeler? Soruyorum, şu hadisin sözünün anlamını idrak eden kaç genç vardır acaba? Çalışmayı sadece bir işte memuriyet olarak görüp geri kalan zamanını da istediği gibi aylaklıkla geçirme gafletinde olanları da görüyoruz. Kafeler dolup taşıyor, ellerde cep telefonları, boşa vakitler harcanıyor. Çalışmak demek sadece parayı kazandığın işte çalışmak değildir. Vücudunu, beynini, ruhunu da çalışarak, okuyarak, iyi şeylerle besleyerek doyurmaktır.
Boş oturanı Allah sevmez
Günümüzün sosyal devlet anlayışı nedense çalışmayana para vermek şeklinde anlaşılıyor. İş vardı da biz mi yapmıyoruz deniliyor ama insanlar zora gelmeden, zahmet etmeden bir anda rahmet yağsın istiyor. Bir yerde masam olsun, maaşımı alıp akşam kaçayım derdinde. Üzülerek söylüyorum bu bir hastalık şeklinde insanlara yayılmış halde. Herkes kolay yoldan moda olanın peşinde. Katma değeri olan işleri yapmak yerine afişe olacak, havalı olacak kısa yoldan “artizzz” olma peşinde insanlar. Peki! Bu tarlaları kim ekip biçecek, hayvanları kim güdecek. Devlet mi yapsın? Liberalizm diyen gençlerden kaçını tarlada görüyoruz? Boş oturanı Allah sevmez. Hiç işin olmasa bile evde yapılacak dünya iş vardır. Eskiden sıkılan gençlerin önüne hemen tepsi sürülür fasulye ne varsa ayıklattırılırdı. Şimdi çoluk, çocuk, genç ellerinde cep telefonlarıyla iş yapan, ders çalışan yok. Sadece evinin rızkını değil kendini de düşünüp çalışacak insan. Annesine, babasına bulunduğu ortama destek olacak; yerden bir çöpü kaldıracak. Hep birlikte bir sorumluluk duygusu içinde evde hareket edilecek ve evin her bireyi de çalışmanın ne demek olduğunu bu şekilde anlayacak. İster inanalım ister inanmayalım bu cep telefonları çağın en büyük şeytanı. Etrafla irtibatı kesti bu teknoloji. En azından bu ramazan ayında teknoloji orucu tutsak ne kadar hayırlı olurdu. Aç kalmak, yememek önemli ama inanalım ki bunun altındaki mana bizi hakikatten alıkoyan her türlü çeldirici alışkanlıktan uzak durmaktır. O yüzden çalışkanlığı, boş durmamayı hayatımızın merkezine koyalım vesselam.
KİMSENİN KİMSEYE FAYDASI YOK
Şehirlerin kalabalıklaşması, nüfusların kaldırabileceği kapasitenin üzerine çıkması şehirleri kaotik bir hale getirdi. Alttaki komşumuzun ağrılar içinde kıvrandığından, açlığından, tokluğundan artık bihaber olduğumuz dönemlerdeyiz. Bir araba ile gelinebilecek kadar kısa mesafede olunmasına rağmen insanların gözünde büyüyor bir yere gitmek, yardım götürmek. Çünkü o kadar anlamsız ve yanlış bir popülasyon var ki şehirlerimizde insan kendini görecek vakti bulamıyor. İnsan kendiyle baş başa kalamıyor. O yüzden de belli yaştakiler evden hiç çıkmamayı, kısıtlı çevrede işlerini halledip hemen eve dönmeyi tercih ediyorlar. Sokağa köşe başına varana kadar onlarca araç gürültüsü, korna sesi, üzerinize gelen motor ve daha sayılabilecek birçok dikkat dağıtan unsur ile karşı karşıyayız. Nasıl dinginleşeceğiz, arınacağız ve sağlıklı bir bilinçle düşünebileceğiz? O yüzden artık kimsenin kimseye faydası olmadığı bir zaman dilimindeyiz. Bu gerçek ile yüzleşerek etrafımıza göz atalım diyorum. Ancak bunu derken de kafamda binbir türlü soru işareti dolaşıyor. Çünkü şehirler artık faydacı yani menfaatçi insanlarla kuşatıldı. İnsanlık saf bir şekilde selamını da veremiyor. Ramazan ayının bu güzel gününde böylesine bir yazı ile giriş yapmak istemezdim. Ancak gerçekleri de göz ardı ederek sorunları çözemeyiz. Oruç tuttuğumuz şu günlerde bolca tefekkür etmeye ve bilinçlenmeye ihtiyacımız var vesselam.
DUANIN GÜCÜ
Bir söz kalpten söylendi mi nelere kadirdir bilinmez. Bir gözyaşı ah edercesine aktı mı usul usul, hangi yolları açacağı bilinmez. Duanın gücünü kimse tahmin bile edemez. Dua ancak edenle edilen arasında bir sırdır. O alışverişte eller semaya açıldığı an bir vuslat bir erime halidir. Dua bir sonsuzluk içinde kavuşma halidir, gerçekten iman edene. Duanın ikliminde mekan yok, zaman yok. Kimsenin bilmediği bambaşka bir yerde O’nunla dertleşme vardır. O seni dinler, O sana rahman ve tüm merhametiyle sımsıcak kuşatıcıdır. Yeter ki sen ona eğil, O’ndan iste. Seslenişin en yücesi kalpten sessizce yapılanıdır. İçinin sızım sızım sızladığı o anlarda kimsenin seni anlamadığı ve sadece O’na ağlandığın o kutlu anda duan kabul olur. İnsan tek başına aleme gelmiş, konmuş, uçmuş sıradan bir varlık değil. İnsan yaratılmışların en güzeli, en şereflisi olarak kadrini ve kıymetini bilerek O’na yalvardığı an dağlar bile delinir. İsteyin diyen bir Allah’ımız varken tasa, elem keder neyin nesi! Onca insan seni üzmüşse bilmiyorlar ki kalbindeki hüznün duayla birleştiği andaki gücünü. Bastığın yer sağlam, gönlünü bağladığın yer sarsılmaz. Her anın duadaki kadar emin ve teslim; koyver gitsin etrafındaki bütün mahlukları. Sen duanın gücünde, O’nun himayesinde huzurdasın.
BİRSEL ALVER YAZICI / HATIRLA BENİ
16:15 OTOBÜSÜ
Siz unuttum zannedersiniz ama o hikâye unutulmadığını size bağıra bağıra hatırlatır.
Ortaokul son sınıfı ve lise birinci sınıfı Acıbadem’de otururken bitirmiştim. Lise ikinci sınıfta ekonomik durumumuzun kötüye gitmesi sonucu Ümraniye’ye taşınmıştık. 97 senesinin iftar saati 17:05… İmsak 05:30…
Sahura kalkmışız anneme kurduğu sahur sofrasını toplamaya yardım ediyorum. İşimi bitirince giyinip 06:00 otobüsüne yetişeceğim, önce Ümraniye’den Kadıköy’e, oradan da Acıbadem’e geçeceğim. Gün ışımaya başladığında yola düşenlerdenim ben de…
Annem yolu kısaltmak adına Kısıklı’ya kadar yürümemi istemiyor. “Oruç ağız takatim kalmaz, yollarda helak olurmuşum. Otobüsüme Kadıköy’den binip rahat rahat yetişirmişim iftara.” Otobüsün durakta indireceği saati biliyoruz. Beşi çeyrek ya da yirmi geçe evde olacağım. Kurulu sofraya yetişirsin diyor, jelatini bile yok, poşete bağladığı iki zeytinle beni yolcu ediyor.
Bana duyduğu şefkate aşığım…
Okulda son derse kadar nerdeyse oruç tuttuğumu bile unutuyorum kolay geçiyor. Ama son ders teneffüslerdeki koridor tozları, tebeşir tozları ağzıma dolup, iyice kurutuyor boğazımı, susuyorum… Susamış olmak suskunluğu ekliyor peşine, adımı söyleyecek halim kalmıyor.
Saat 15:30 zil çaldı dağılıyoruz okuldan. Nerdeyse asfalta yapışacak gibi yakın yürüyorum yere, okuldan çıkarken genelde böyle olmazdım. Çantamsa dünyaları doldurmuşum gibi giderek ağırlaşıyor. Annem bu halimi nasıl tecrübe etmiş, nasıl biliyor bendeki hali şaşıyorum…
Her gün aynı saatte durakta, gördüğümüz bazı yüzler aynı birkaç memur, birkaç öğrenci… yola beraber çıkanlardanız.
Kadıköy durağı tıklım tıkış, belli bugün de oturarak gidemeyeceğim. Otobüs kapılarını açınca en arka köşede alıyorum yerimi, kapının arkasında, eski tip körüklü otobüsün kapıları içe doğru açılıyor. Öyle zayıfım ki kapı çarpmıyor bana…
Yol, gittikçe iftara ve gittikçe anneme yaklaşıyor…
Birden duruyor otobüs, bir duraktayız, uzun bekliyor, tüh diyorum bu gidişle beş buçuğu bulacak eve gitmem diyorum, kendi köşemde kendi dramıma hüzün tutturuyorum. Bir bakıyorum ki, şoför iki yolcuya iki paket hurma vermiş dağıta dağıta yanaşıyorlar arkaya doğru…
Şoförün dağıttığı hurma değil, hala o gün yediğim şeydeki tadın, insanlığın, merhametin ve paylaşmanın hatta sevap kazanmanın tadı olduğunu biliyorum… Hiçbir hurma lise yıllarındaki o hurma kadar lezzetli olmadı üstelik…
Duraktan eve tahmin ettiğim gibi buçukta varıyorum. Annem, demir parmaklıklı pencereden geldiğimi görüp içeri koşuyor. Çorbamı koymuş tabağıma beni beklemiş, gözleri ışıl ışıl…
Çantamdan zeytinleri çıkarıyorum, “yemedin mi” diye kızıyor bana. Otobüste dağıtılan hurmayı anlatıyorum,” Allah razı olsun” diyor, şoför de duasını alıyor annemin. Önce zeytinleri yiyorum,” bir daha, acaba zeytin koymasan mı” diyorum. Kaşını kaldırıp bakıyor bana, “akşamı zor ettim anne zeytin çok güzel koktu” diyorum. Gülüyoruz…
Şimdi siz bunu okurken sevgili okur işten çıkıp anneme gideceğim, yine iftar saatine yetişemeyeceğim. İki zeytin sarıyorum poşete, atıyorum çantama, bilmiyorum ki yine hurma verirler mi otobüste.
Sen yine de sahip olduğu merhamete tutunmuş, kendi hikâyesine saygı duyan bir kahraman olarak hatırla beni sevgili okur. Çantasında azık olarak iki zeytin taşıyan lise talebesi gibi hatırla beni, söz denk gelirsek taşıdığım zeytinlerden biri senindir… Bereketli ola…
..............................
Hacivat ve Karagöz
R E P L İ K L E R
..............................
OKU!
Hacivat ve Karagöz yolda giderlerken cami hocasıyla karşılaşırlar. Selamlaştıktan sonra bir müddet aralarında kısa bir sohbet muhabbet başlayacaktır. Hoca sitemkârdır.
- Hoca: Muhteremler! Teravihte sizi hep arka saflarda görüyorum. Ön saflarda olursanız daha çok feyz alırsınız.
Hacivat ve Karagöz birbirine bakarlar. Mahcubiyet içinde Hocaya söz verirler. Aslında bu bir ikazdır. Saflar sıklaştırılmalıdır. Hocanın elindeki kitap dikkat çekmektedir.
Karagöz: Hocam elinizde kitapla dolaşıyorsunuz sebebi mucibi nedir?
- Hoca: O sıradan bir kitap değildir Muhteremler. O Yüce Kitabımız Kuran’n-ı Kerim’dir. Bütün ramazan gün boyu okurum. Üç günde bir hatmederim. Ayrıca her ikinizi de camiye erkenden gelmenizi ve mukabeleye beklerim.
Karagöz: Mukabelenin hususiyeti nedir hocam?
- Hoca: Hocaya da bir hafız-ı kurra mushaftan bulunduğu sureden okur, cemaat de ellerindeki Kuran-ı Kerim’den takibini yapar. Mukabele olayı budur. Feyzi ve bereketi çoktur.
Hoca daha da ileriye gider ve Kuran’ın bütünüyle anlaşılması gerektiğini, sırdan bir mealin Kuran’ın anlaşılmasını karşılamayacağını da söyler. Kuran’ın tefsiri ve beyanının insanın ufkunu açacağını, hakikatin idrak edilmesini temin edeceğini de sözlerine ekler.
- Hoca: Yüce Kitabımız bir hayat kitabıdır. Onu okumaktan maksat onu doğru anlamaktır. Onu idrak etmek, Onu doğru yaşamaktır.
Hacivat ve Karagöz bulunduğu yere mıh gibi çakılmıştır. Çünkü Hoca Kitap ne demektir ne demek değildir şeklindeki bütün sorulara cevap verebilecek hikmetleri de lisanının döndüğü kadar ifade ve izah etmiştir.
- Hoca: Yüce Kitbımız Allah’ın ayetlerini ihtiva eder. Biz de bu ayetlere göre kulluğumuzu ifa ederiz. Bütün kitaplar eskir, pörsür, muvakkat ve muayyen bir zaman için vazife görür ama Kur’an kıymet kadar bakidir. İlk emir de Oku emridir. “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku”dur.
Hoca küçük bir vaazdan sonra yoluna devam eder. Hacivat çok memnun olur hocayla karşılaşmaktan. Karagöz mırın kırın eder.
Karagöz: Bugün neden ağrıyor karnım yine? İftarda çok yüklendim sanırım.
Hacivat: Ben bililiyorum karnının neden ağrıdığını. Ama bahane yok. Bu akşam teravihte en öndeyiz. Hem de mushaflarımızı alıp mukabeleye katılacağız. Bu durum karın ağrısına da, baş ağrısına da iyi gelir. Çünkü Allah kelamı şifadır Karagöz’üm...
Karagöz: Sadece karnım ağrıyor.. Başım ağrımıyor ki benim..
Hacivat: Yoksa sen arkasından başım ağrıyor dersin.
Kargöz: Yani... Yani!..
Hacivat gereksiz konuşmaktan ve özellikle gevezelikten hoşlanmaz. Merhum Üstad Mehmet Akif bir beyitle Karagöz’e ayar çeker;
“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”.