Sağır kişi duymaz, duyamaz.

Sağır kişi duymaz, duyamaz. Bedensel olarak kulak uzvunda arıza olması nedeniyle sağır olanlar var. Onların duymadığını bilir ve ona göre meramımızı anlatırız. Biliyorsak işaret dili kullanırız, bilmiyorsak yakınlarından yardım alırız. Böyle bir engeli olan kişiye beni duymuyor diye kızmayız, değil mi? Bir de manevi sağırlar var. Onların da gönül kulakları sağırdır. Ne yapsanız anlamaz ve duymazlar. Buna da kızamayız, öyle değil mi? Gönülden duymak bir nasiptir. Kulağı duymayan sağır bir kimseye acımamak lazım. İçlerinde öyleleri var ki kulakları işitmemesine rağmen gönül kulakları sonsuza kadar açıktır. Şimdi hangisine üzüleceğiz? Kulağı duyduğu halde duyamayana mı yoksa kulağı duymadığı halde gönülden duyana mı?

Duyanlar da duymaz

Duymak tek başına bir yetenek değildir. Kalabalıklar içinde kimse kimseyi duymuyorsa, yanı başımızdakinin derdini anlamıyorsak, düşküne, muhtaç olana bakmıyorsak, aç, açıktakinin hali içimizi sızlatmıyorsa kulağımız duysa ne olur duymasa ne olur? Gönül sağırlığı en fenasıdır. Gönlü kir, pas içinde kalmış; gönle giden damarları besleyen duygular körelmişse en büyük sağırlığa yakalanmışız demektir. Beni duy diye bakan çocuğumuzu duymuyorsak sonra ondan laf dinlemesini beklemek beyhudedir. Önce duymasını bilmek lazım. Gönül kulaklarımızı sonuna kadar açmak lazım. Şefkat, merhamet gibi duygularını kaybetmiş kişiler; onlar en büyük sağırlardır.

Duymak istiyorum

Bir de öyle insanlar var ki adeta arzın içindeki kıpırtıyı duyacak kadara hassastır duyuları. Onlar birer sensör gibi işitilmek istenileni ararlar. Bir el uzatmak, dertlere derman olmak hiç yapamazsa bile bir tebessümle duymak, duyumsamak için can atarlar. Bu insanların gönül kapıları sonsuza kadar açıktır. Onlar duyulamayanları duymak için yoldadırlar. Hayat gayeleri birbirlerini duyamayanlar yerine duymaktır. Duyulmak istiyorum diye bas bas bağıran insanların yanındadırlar. Bazen birine bir şey söylersin sessizce, o da suratına bakar anlamsızca. Anlamamıştır, duymamıştır. Öyle kalakalırsın. Bambaşka bir şey söyler sana. Duygularına merhem olmanı ister senden medet bekler ama nafile. Duymak istiyorum diyenler işte buraya koşarlar; onlar birer duygu, duyu neferi gibidirler. Hayatınızda eğer böyle birini fark ettiyseniz. Onun eteğine yapışın; bırakmayın.

Âlemi duy

Yaşadığımız âlem, dünya ve her şey bize sunulan doğa ve içindeki her türlü canlı duyulmak ister. Doğa bugün bize onu duymadığımız için mesajını ağır biçimde veriyor. Ondan arsızca aldıklarımızı geri istiyor. İklimlerin dengesi değişiyor. Havanın sıcaklığından bunalıyoruz. Yağmurlar usulca yağmıyor artık. Adeta başımıza vura vura sellere dönüşüyor ve insanın elleriyle yapıp ettiği her şeyi de beraberinde sürüklüyor. Denizleri, ormanları, atmosferi kirlettik doğal yapısını bozduk. Uzayı çöplüğe dönüştürdük. İşte şimdi de âlem onu duymadığımız için bizden acı acı intikamını alıyor. Bundan sonrası için bazı şeyler için geç kaldık; itiraf edelim. Duymadığımızın acılarını, sıkıntılarını yaşayacağız. Bundan sonrası için akıllanıp da duyarsak hem insanlık olarak birbirimizi duymuş hem de bize sunulan onca doğa nimetlerini de anlamaya başlamak için bir bilinçlenmeye doğru adım atmış oluruz vesselam.

Bayramınız kutlu olsun

Seneler geçip gidiyor. Aldanıyoruz bu akışa. Bakıyoruz yaşımıza, yüzümüzdeki çizgilere. Hayıflanıyoruz yaşayamadıklarımıza. Herkesin hüznünde saklı birçok hatıra. Biliyoruz! Biz gidiyoruz; ama geride kalanlara bir miras bırakacağız. O da hüzün olmasın, hayıflanma hiç olmasın. Hayatın tam içinde doya doya, sindire sindire kendini kandırmadan, yaşamı anlamlı kılan bir miras kalsın bizden geriye. İnsanca bir yaşamı kaldırabilenler bizi anlasın, feyiz alsın ve düşüncesizce gelişine yaşamasın. O yüzden bu bayram bir tefekküre yol açsın. Artık sıradan kutlamaların ötesine geçebilsin söylemlerimiz. Bazen susabiliriz de. Bu da bir tefekkürdür elbet. Hepimiz içimizdeki sorulara cevap bulacağımız; bazen bir bilgenin sözünde belki kitabın özünde ya da belli mi olur bir karıncanın yılmadan çalışmasından çıkaracağımız bir hayat özü vardır. Bu vesile ile bayramınız kut getirsin. Muhabbetle.

Kalp kalbi bulur

Durup dururken hikmeti ilahi kainat yaratılıyor. İnsan şerefli mahlukat ve diğer bütün varlıklar insanın emrine tahsis ediliyor. Dağ taş, orman, dere, ırmak, deniz. Kurt, kuş, börtü böcek ve çiçekler. Rengarenk çiçekleri, rengarenk kelebekler ne kadar sever!.. Sahi ya bir çiçeğin ömrü kadar bak kelebeğin ömrü eşit midir!.. İnsan ömrünün bir kelebeğin bir mevsim yaşaması arasındaki hikmet nedir!.. Nicelik mi önemli, nitelik mi!.. Bütün bu soruların cevabı verilmeli midir!.. Neden kır çiçekleri daha çok sevilir!.. Papatyaların çocukluğumuzdaki yeri nedir!.. Her yaprağı kopardığımızda, seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor demekten ibaret midir!.. Fala inanmazsın ama, nedense papatyalardan fal bakarsın. Papatyalardan başına taç yapar, başına takar, saçına ve yakana takarsın. Böcekleri de severiz aslında. Hele benekli uğur böcekleri uçup üzerimize konduğu zaman heyecanlanırız. Bize uğur getireceğine inanırız. Kumrular nasıl ki birbirini arar ve bulur, uğur böcekleri de birbirini çiçeklerde bulur. İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlarmış. Ya böcekler ve kelebekler!.. Onlar konuşsa da, koklaşsa da, onların kodlanmıştır dürtüleri. Bu bir masalsı ibret vesikasıdır. Mistik, otantik, fantastik belgesel, ibret alınası bir sinematografik hikaye gibi. Anladım ki sevmek kutsal bir görev. Sen yeter ki sev. Su akar yolunu bulur, kalp kalbi bulur, uğur böcekleri papatyalarda buluşur.

KÜTÜPHANECİ VE ARŞİVCİ OLMAYI SEÇMEK

Doç. Dr. Işıl İlknur Sert

Doğum gününde kitap hediye edilen, okumayı ve öğrenmeyi çok seven, dosyalar dolusu güzel resimler ve yazılar biriktiren, okumayı öğrendiği günlerde dedesi tarafından yeni bir kütüphanenin açılışına götürülerek ödüllendirilen bir çocuğun ileride kütüphaneci ve arşivci olması beklenmeyen bir durum mudur? Aslında öğrencilik yıllarına baktığınızda onun için en güzel seçimin bunlar olduğu söylenebilir. Hatta gelişmiş ülkelerde böyle bir çocuğun bu meslekleri seçmesi mutlulukla karşılanır. Geçmiş ve gelecek arasında en güçlü bağ olan kayıtlı bilgiyi koruyup saklaması, yeni ortamlarda defalarca kullanıma sunması, başka çocukların da kendi çocukluğu gibi dolu dolu bir çocukluk yaşaması için etkinlikler yapması onun görevidir artık. Bu görevi severek yapar ve ülkesinin gelişmişlik düzeyini arttırmaya büyük katkı sunar. Mesleği ile gurur duyan, mesleğinin dünya için önemini bilen bir kişi olup, ondan yardım isteyenlerin hayatında izler bırakarak yaşamını devam ettirir.

Uzun yıllar sonunda bize ulaşan bir kültür mirasını gelecek nesillere aktarmayı öğrenmek, içinde atalarından yadigâr el yazmalarının olduğu bir kütüphanede staj yapmak, Büyük Osmanlı Devleti’nden bugüne dek gelen arşiv belgelerinin içinde geçmişin parmak izlerini takip etmek, bilgi arayan insanlara modern kaynaklarla yardım eden bir iyiliksever olmak… Ülkemizde yetişen kütüphaneci ve arşivciler de bu önemli sorumluluğun bilincinde olarak görevlerini gerçekleştiriyorlar. Onların içinden bazıları doğum günlerinde hediye paketinden kitap çıkmasını çok seviyorlardı, bazıları liselerinde kütüphanecilik kulübü çalışmalarına katılmıştı, bazılarının yakınları da bu alanda eğitim almıştı. Ama bazıları var ki hiç bilmedikleri bu mesleği üniversite sınavı sonrası tercih listelerine almışlar ve sonuçta bilmeden geldikleri bu alanda mesleğin zorluklarıyla karşılaşsalar bile mutlulukla çalışan kişilere dönüşmüşlerdi.

Bu yıl da üniversite sınavları yapıldı. Yakında tercihler belirlenmeye başlayacak. Bilinçli olarak tercihleri arasına, kütüphaneci ve arşivci yetiştiren Bilgi ve Belge Yönetimi bölümlerini yazmak isteyen kaç kişi çıkacak, şu an bunu bilmek mümkün değil. Ama o tercihleri yapacak gençler şu anda aramızdalar. Sadece doğru yönlendirilmeleri gerekiyor. Dört yıllık eğitimlerine bir de stajlar yoluyla edindikleri uygulamalı bilgileri kattıkları vakit, onlara geçmişimizi ve geleceğimizi emanet edebileceğiz. Öyle ya, geçmiş yıllarda büyük savaşlarda yok olan kütüphanelerdeki bilgiler bugün elimizde olsa belki insanlık daha farklı bir yerde olurdu. Sadece bunu düşünmek bile, kayıtlı bilginin korunması ve başkalarına aktarımı için ne kadar çaba sarf edersek o kadar iyi olacağını aklımıza getirmiyor mu? İnsanlık bugünkü büyük ilerlemesini biraz da bu bilgilerin doğru şekilde korunmasından dolayı yaşamadı mı?

Hele ki kendi geçmişimizde öyle kıymetli kütüphaneci ve arşivciler var ki, bilim hayatımızın ilerlemesinde elle tutulur, gözle görülür imzaları bulunmakta... Ali Emîrî Efendi ve İsmail Saib Sencer bunlardan sadece ikisi. Kâşgarlı Mahmud’un meşhur Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı eserinin, gittiği her yerde kitap arayan Ali Emîrî Efendi tarafından bulunmasının çok güzel bir hikayesi vardır. Bu güzel hikayeyi Türk Dil Kurumu web sitesinde okuyabilirsiniz. İstanbul’un Fatih ilçesindeki Millet Kütüphanesi’nin kuruculuğunu ve yöneticiliğini de yapan Ali Emîrî Efendi aynı zamanda arşivcilik alanında da çalışmıştır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi yöneticisi İsmail Saib Sencer ise on binlerce kitabı tanıyan, çok sayıda dil bilen ve ayaklı kütüphane olarak adlandırılan nazik, sakin, yardımsever bir insan olarak anlatılır. Dünyada yazılan pek çok bilimsel esere doğrudan ya da dolaylı olarak katkı sunduğu ve hayatını buna adadığı bir gerçektir. Hatta onun bu kadar bilgiye sahip olmasına rağmen kendine ait bir eser ortaya koymaması bile eleştiri konusu olmuştur. Uzun sözün kısası onlar gibi pek çok kütüphaneci ve arşivci hem ülkemizde hem de dünya çapında önemli bilim insanlarının araştırmalarında emek vermiş kişilerdir.

Bugün onların izinden giden Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü mezunları, günümüz bilim dallarının ilerlemesinde büyük emek veriyorlar. Onlara birer isimsiz kahraman demek herhalde yanlış olmaz. Başta üniversite ve özel araştırma kütüphaneleri olmak üzere tüm kütüphane türlerindeki ve arşivlerdeki çabalarıyla, yazılan bilimsel makalelere, yapılan deneylere, araştırma-geliştirme çalışmalarına, buluşlara katkı sunuyorlar. Salgın döneminde bile aşı çalışmalarında bilgilerin toplanması ve araştırmacılara sunulması sırasında kütüphanecilerin büyük emekleri oldu. Kimse bundan bahsetmez ama bilin ki yapılan aşılarda kütüphanecilerin ve arşivcilerin de emeği vardır. Kitap okumayı, araştırmayı, insanlara yardım etmeyi seven bir çocuğun ileride hayat kurtaranlara hizmet sunan bir mesleği yapması güzel olmaz mı?

Üniversite tercihleri sırasında doğum gününüzde aldığınız kitabı düşünmeye, listenize Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümünü de eklemeye ne dersiniz?

Aferin!

Makamından ötürü veya başka bir vasfından dolayı birinin bir başkasına üstünlük sağlamaya çalışması insanlık dışı bir tavırdır. Böyle kişiler aslında kendi içlerinde yalnız, kendileriyle henüz buluşamamış ve kendini tanıyamamış kişilerdir. Bir tatil yerinde konakladığımız motelde farklı anlayıştan misafirler kalıyor. Kimisi sabah kalkar kalkmaz karşılaştığı kişiye selam veriyor kimisi vermiyor. Kimi elinde bira şişesiyle deniz kıyısına iniyor kimisi de kitabını alıp şezlonga uzanıp tatilin keyfini çıkarıyor. Motelin bahçesinde yüz yıllık bir zeytinağacı var. Tam çimenliğin ortasında abide gibi yükseliyor. Ağacın bir gövdesinden ayrışmış iki kök gibi duran bu gövdeler, kendiliğinden oluşmuş ağacın basamağına bir eski yağmur çizmesi dekor olarak konmuş. İçinden sarkan bitkiler de ayrı bir hava vermişler. Bu iki kök gövdenin tam ortasına başka tahta parçaları gelişi güzel oturtulmuş, adeta bir bahçe süsü verilmeye çalışılmış. Biraz da bilinçli olmayacak şekilde oluşturulan bu dekorun yanından geçen bir misafir “aferin” diyor. Öyle a bestle iştigal bir söz olarak havaya karışıyor ki kadının sözü, sadece o anda orada olan ben bir de onunla deniz kıyısına inmekte olan arkadaşı duyuyor. Aferin ne için denir? Neden denir? Bu motelin sahipleri olan Çanakkale’nin yerlisi kişiler ağırlamakta oldukları bu farklı sınıftan misafirlerinin aferin sözünü böyle bir şeyde ne için hak ederler? Küçücük bir mesele gibi duran bu hadise insanı düşündürtüyor işte. Bir söz kalpten gelmiyorsa işte böyle havada asılı kalıyor.

...................

Artı

...................

Hayat bayram olsa!..

Bayramlar müminler için birlik, beraberlik, sevgi, coşku ve şenliktir. Kaygının, matemin, endişenin olmadığı inanç ve ümittir. Aynı zamanda bayramlarımız bir ibadettir. Dertleşmek, anlaşmak, anlaşılmak, hemhal olmak, yardımlaşmak, dayanışmak ve kaynaşmanın adıdır. Hele Kurban Bayramı’nda kurban ibadetini yerine getirmek Hak'ka yaklaşmanın, hakikatle buluşmanın bir ikliminin bayramıdır. Öyleyse bayramı hakkıyla kutlayalım.

...................

Eksi

...................

Özen gösterelim...

Kurban kesmek bir ibadet. Kesim kadar, payların dağıtımı da özen gerektirir. Kurbanlık hayvana asla eziyet etmeyeceksin. Gözlerini bir tülbent bağlayacaksın ki; hayvan kendini boğazlayacak olan bıçağı görmesin. Kurban etini sıyırıp kemikleri muhtaç olana pay etmeyeceksin. Kurban payı en azından bir tencere pişirimlik olmalı ki, ihtiyaç sahibi gönül koymamalı. Buna dikkat etmeyenler olabiliyor. Aman dikkat, lütfen dikkat!..

Her aç bir lokmaya muhtaç!

Bir dönem ülkemizde Kurban Bayramı’nda hayvan katliamı algısı yürütülmüştür. Bunlar kendileri et yedikleri halde etobur olurlarken, bir kara propagandaya teslim olurlar. Biz Müslümanlara düşen görev dünyada bulunan milyonlarca aç insana işlenmiş kurban etini ulaştırabilmektir. Kızılayımız ve Diyanet İşleri Başkanlığımız bu hizmeti hakkıyla yerine getirmektedir. Bir lokma ekmeği ve bir yudum suyu israf etme lüksümüz yok. Bir çocuğa sormuşlar, en çok neyi özledin diye, cevap "Kuru fasulye yemeyi.” Bi başka haber, bir çocuk feryat ediyor; "Ölsem, cennete gitsem, orada bir güzel karnımı doyursam." Plastik atık toplayan bir kadın çöp konteynerinden bulduğu tarihi geçmiş bir çikolatayı ısırıyor, tadına bakarak çikolatanın bozulup bozulmadığını anlamak için test ediyor, sonra kanaat getirince yanında dolaştırdığı küçük kızına yediriyor. İşte insanlığın hikayesi bu. Buna karşın emperyalist batı sömürüyor ve semirtiyor. Oysa Halife Ömer kızgın çölde açlıktan mızmızlanan ve ağlayan çocuklarına avutmak için tencerede çakıl taşı kaynatan annenin imdadına yetişiyor, annenin ve çocukların ümidini yeşertiyor. Halife Ömer sırtındaki bir çuval unla, annenin ve çocukların yüzünü gülümsetebiliyor. İşte İslam'ın adaleti bu. O halde bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun kıymeti bilinmeli, asla israf edilmemeli. Varlık, yoklukla paylaşılmalı.