'Çok değil, birkaç sene önceye kadar son derece oryantalist bir tavırla İngilizce bilenin "Ortadoğu uzmanı" sayıldığı bir ülkeden bahsediyoruz.'
Geçtiğimiz günlerde Kim Milyoner Olmak İster yarışmasında sorulan bir soru sosyal medyanın gündemindeydi.
Yarışmacıyı da şaşırtan "1980'lere kadar hangi ülkedeki yetim, gayrimeşru doğmuş, ebeveyni alkolik, ayrılmış veya fakir olan çocuklar devlet tarafından bazen açık arttırmayla satılarak çiftliklerde çalıştırılmıştır?” sorusunun cevabının “İsviçre” olması da bazı kesimlerin şok yaşamasına sebep oldu.
Oysa az biraz araştırma yapmış, bilgiyi sadece giyim ve restoran kültüründe değil de arşivlerde aramış biri açısından şaşılacak bir şey yoktu.
Zira bir dönemin popüler çizgi film karakteri Heidi’nin çıplak ayaklı halini bilmek bile bu sorunun cevabı hakkında fikir yürütmek için yeterliydi.
İsviçre’de her ne kadar 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışması yasaklansa da bu kanun çocukların sömürülmesine engel olmadı.
18. yüzyılın sonunda İsviçre’de boşanan çiftlerin, devlete borcu olan ailelerin çocukları ya da ailesini kaybetmiş, suç işlemiş çocuklar devlet veya kilise tarafından başka ailelerin yanına yerleştiriliyordu.
Çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilirken, çocuk pazarında ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak üzere satılıyorlardı.
Diğer çocuklardan ayırt edilmeleri içinde ayakkabı giydirilmediklerinden o “çıplak ayaklar” en hafif tabirle bir insanlık suçunun simgesiydi.
Bu utanç çok yakın bir tarih diyeceğimiz 1981 yılında sona erdi ama İsviçre devleti bazıları hayatta olan ve aslında hayatı çalınmış bu çocuklardan ancak 2013 yılında özür diledi.
Heidi üzerinden “pozitif yüzünü” dünyaya pazarlayan İsviçre’nin bu karanlık tarihiyle yüzleşmesi anlayacağınız daha çok yeni.
Ve bir dönem bu zokayı herkes yuttu!
Öyle ki dünyada mülteci nefretinin zirveye ulaştığı bölgelerin başında da Batı ülkeleri geliyor.
Hatırlayanlarınız olacaktır, bundan birkaç yıl önce Danimarka polisinin ülke sınırında çömelerek mülteci çocukla oyun oynadığı fotoğraf dünya gündemini işgal etmiş ve “Batı’nın insancıl tarafını” öne çıkartan yorumlar yapılmıştı.
Gerçek sonradan anlaşılmıştı ki Danimarka ya mülteci kabul etmiyor ya da mülteciler arasından seçim yapıyordu.
Şehirleşme serüvenini kısa bir zamanda tamamlamış bizim ülkemizde de “İngilizce bilmenin çağdaşlık sayıldığı” günler o kadar uzak değil.
Türkiye’de “Batı” kavramı da bir kesim açısından her zaman için akreditasyon sağlama girişimi oldu.
Kendi özgünlüklerine göre değil de Batı’dan esen rüzgâra göre hareket edenlerin bir başkasını aşağılama, kendinden alt görme ve “sınıfsal pozisyonunu “dayatma hikâyesi de bürünmüş oldukları bu “esaret” kimliklerinden beri geliyor.
Çok değil, birkaç sene önceye kadar son derece oryantalist bir tavırla İngilizce bilenin “Ortadoğu uzmanı” sayıldığı bir ülkeden bahsediyoruz.
Ortadoğu’yu klasik ezberlerin tahakkümünde öğrenip o coğrafyaya hiç gitmeden Batı medyasının dilinden okuyanların varacağı yerde üzerlerine giymiş oldukları bu “eğreti gömlekten” başka bir şey değil.
Özgür düşünceyi ve sorgulamanın getirdiği özgünlüğü bir kenara koyarak, klişelerle bir topluma nasıl olması gerektiğini öğretenlerin kolaycılığı işte bu zihnen değil de “şeklen modernizm” kavramının konforlu motivasyonundan geliyor.
Sonra bugüne kadar öğrenmek için çabalamadıkları ve sadece yabancı dil bilip iki-üç Latince kelimeyle hayatını sürdürdükleri o “sınıflarından” çıkınca “yeni bilgilerle” karşılaşıp şaşıp kalıyorlar.
Bu konformist pozisyonlarını bozmamak için okumaya, araştırmaya ve gerçek bir entelektüel gibi hayat sürdürmeye ne gerek var ki?
Hele de alıcıları epey fazlayken.