Asgari ücret Perşembe günü Sayın Cumhurbaşkanı tarafından açıklandı: 8.506 TL.

Asgari ücret Perşembe günü Sayın Cumhurbaşkanı tarafından açıklandı: 8.506 TL. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı sitesinden Cumhurbaşkanı’nın sözlerini alıntılayalım:

“Bütün bu yansımalarını düşünerek adım attık. Böylece asgari ücrette geçtiğimiz yılın Ocak ayına göre yüzde 94, Temmuz ayına göre yüzde 50 oranında artış sağlanmış, yıllık ortalama artış oranı yüzde 70’in üzerinde gerçekleşmiştir. Yeni asgari ücretin çalışanlarımız ve işverenlerimiz başta olmak üzere ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum”.

Temmuz ayından bu yana yüzde 18-19 civarında bir TÜFE enflasyonu var iken yüzde 50’lik artış anlamlı ve kabul edilebilir gözükmektedir. En azından belli bir süre için asgari ücretli çalışanı rahatlatması düşünülmektedir. Bugün sizinle asgari ücret kararını tartışmak istedim. İlk önce “Teknik olarak asgari ücret nerede belirlenmeli?” sorusunu cevaplayacak ve bugünkü durumla karşılaştıracağım. Daha sonra asgari ücretin enflasyona ne kadar katkı sağlayacağını tartışacağım. En son olarak da asgari ücrette kalıcı yükselme olması için ne gerektiğini belirteceğim.

ASGARİ ÜCRET NİÇİN VE NASIL BELİRLENİR?

On dokuzuncu yüzyılda sanayi kapitalizmi bütün dehşetiyle ortaya çıktığında karşılaşılan manzara-i umumiye şu idi: Büyük şehirlere köylerden göç yolu ile balık istifi gibi yerleştirilmiş yığınlar, haftada 7 gün ve günde 10-12 saat çalışan işçiler ve yoğun iş gücü arzına karşılık çok ucuz olan saatlik ücret. Özellikle İngiltere’de karşımıza çıkan bu manzarada, işçinin ne sosyal güvencesi, ne sendikası ne de pazarlık hakkı vardı. Belli sanayi bölgelerinde büyük firmalar iş gücü piyasasında ya monopson konumundaydılar ya da birkaçı bir araya gelip oligopson piyasasında alıcı karteli oluşturmaktaydılar. “Hocam ne diyorsun Allah’ını seversen? Biz ne anlayalım monopsondan, oligopsondan.” Haklısınız, hemen anlatayım: Monopson tek alıcının ve çok sayıda satıcının bulunduğu piyasadır. Bu durumda tek alıcı mutlak olan pazarlık gücünü satış fiyatını rekabetçi fiyatın altına indirmek için kullanır. Emek piyasasında işçiler emeğin satıcısı firma da alıcısıdır. Monopsonist firma bu gücünü ücreti tam rekabetçi fiyatın altına indirmek için kullanır. Oligopson ise az sayıda firmanın emek talep ettiği ve çok sayıda işçinin emek arz ettiği piyasadır. Burada da ücret tam rekabetçi fiyatın altına iner ama monopsona göre biraz daha yüksektir. Buradan anlaşılan odur ki, “Tam rekabetçi bir emek piyasası olursa her şey çok güzel olacaktır!”. Hayır, kazın ayağı öyle değildir. Tam rekabetçi emek piyasası işçinin sosyal güvencesinin olmadığı, ücretin günlük belirlendiği, sendikaların ve işçinin pazarlık hakkının olmadığı piyasadır. Bu piyasada oluşan ücret de işçinin çalışırken harcadığı kalorileri karşılayacak kadar bir ücrettir: Yani açlık sınırı. Tam rekabetçi ücret açlık sınırındayken, monopson ve oligopsonda ücret açlık sınırının da altındadır. Açlık sınırı dört kişilik bir ailenin ancak karnını doyurabildiği harcama düzeyini gösterir. Buna mukabil yoksulluk sınırı dört kişilik bir ailenin zorunlu fiziksel (gıda, giyim ve barınma) ve sosyal (eğitim, sağlık ve kültürel faaliyetler) harcama düzeyini gösterir. Yani rekabetçi bir emek piyasası demek, insanlarınızı en ilkel şartlarda yaşamaya mahkûm etmek demektir.

Dünyadaki ilk asgari ücret uygulamaları, 1894’te Yeni Zelanda’da, 1896’da Avustralya’da ve 1929’da İngiltere’de uygulamaya konmuştur. Türkiye’de ise 1951’den bu yana yürürlüktedir. Asgari ücrette amaç ücretin bir minimum düzeyini yasayla belirlemektir. Bu minimum ücret açlık sınırının üstünde ve yoksulluk sınırına yakın olmalıdır. Bir ekonomide belirlenen asgari ücret ne kadar yoksulluk sınırına yakın ve/veya onu geçiyorsa o ekonomide iş gücü verimliliği ve işçilerin pazarlık gücü o kadar yüksek demektir. Asgari ücret ne kadar açlık sınırına yakınsa o ekonomide iş gücü verimliliği ve işçilerin pazarlık gücü o kadar düşük demektir.

İş gücü sıradan bir meta değildir. Onun piyasa değeri olan ücret de açlık sınırında olmamalıdır. Toplumların medeniyet seviyesinin ölçülerinden biri de insanların medeni ve sosyal ihtiyaçlarının ne ölçüde giderilebildiğidir.

DİSK’in Aralık 2021 raporuna göre Türkiye’de çalışan nüfusun yüzde 57’si asgari ücretle çalışmaktadır. Yine en son TÜİK’in nüfus verilerine göre Türkiye’de hane halkının yüzde 40’ının dört kişilik bir ailede bir kişi çalışır şekilde yaşadığını göstermektedir. Buna göre kabaca bir hesaplama yaparsak (yüzde 40 x yüzde 57 = yüzde 22,8 ) hane halklarının yüzde 22,8’inin dört kişilik olup bir kişinin asgari ücretle çalıştığı ailelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Yani ülkede yaşayan beş aileden biri bir asgari ücretle geçinmektedir.

Türkiye’de son açıklanan dört kişilik bir aile için açlık sınırı 7785 TL’dir. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırı da 25.365 TL’dir. Asgari ücret 8506 TL olarak Şubat ayında alınacaktır. Aralık ve Ocak aylarında tahmini ortalama yüzde 3’lük bir enflasyonla açlık sınırı 8.259 TL’ya çıkacaktır. Yani Şubat 2023 ayı itibarı ile asgari ücret açlık sınırının kıl payı üstünde olacaktır.

ASGARİ ÜCRET ARTIŞI ENFLASYON YARATIR MI?

Türkiye’de toplam maliyetlerin içinde emek maliyeti yüzde 25 kadar bir yer tutmaktadır. Yüzde 50’lik bir asgari ücret artışı emek maliyetlerinin payıyla orantılı olarak yüzde 12,5’luk bir toplam maliyet artışına karşılık gelir. Bu oran sektörlerde farklılık gösterebilir ama bizim bahsettiğimiz Türkiye ortalamasıdır. Bu da zamlı ücretlerin ödeneceği Şubat ayında tek seferlik bir maliyet artışı olarak aylık enflasyona kabaca yüzde 10 olarak yansıyabilir. Ancak sürekli enflasyonun temel sebebi ücret artışı değildir. Para arzının büyüme hızı, kur ve enflasyon beklentilerinin düzeyi enflasyonu belirler. Enflasyonun temel sebebi “düşük faiz” politikasıdır, asgari ücret artışı değildir.

ASGARİ ÜCRETTE KALICI YÜKSELME İÇİN NE LAZIM?

Her şeyden önce iş gücü verimliliğinin yükselmesi gerekir. Bunun için iş gücünün eğitim ve yetenek düzeyinin artması ve üretimde kullanılan teknolojinin yenilenmesi gerekir. Bu yüzden Türkiye ekonomisinin uzun dönemde sanayi ve tarım gibi üretken sektörlere daha fazla kaynak ayırması zorunludur. Bu da hizmetler ve inşaat sektörlerinin payının düşürülmesi anlamına gelir. Aynı zamanda eğitim sistemi de “herkesi üniversite mezunu yapmak” hedefi doğrultusunda değil, “herkesi kabiliyet, imkân ve ulusal ihtiyaçlar yönünde meslek sahibi yapmak” hedefi doğrultusunda yeniden planlanmalıdır. Ülkedeki kaçak ve vatansız iş gücünün kayıt dışı çalıştırıldığı da bir gerçektir. Bu iş gücü fazlasının bir an önce kendi ülkelerine gönderilmesi de zorunludur. Üç-beş iş adamı biraz daha fazla kazansın diye ailelerin beşte biri açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilemez. Bunlara ek olarak sendikaların gerçek anlamda sendika olması, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bu konuda işverenden değil işçiden yana tavır alması da gereklidir. Son olarak geçiş döneminde sosyal devlet kurum ve politikalarının yeniden canlandırılması da bir zorunluluktur.