​SORMAK VE SORGULAMAK

Ümit G. CEYLAN 24 Ağu 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
İletişimin olmazsa olmaz unsurlarından biri olan soru sormak kişinin fert olarak varlığını açıklama biçimidir.

İletişimin olmazsa olmaz unsurlarından biri olan soru sormak kişinin fert olarak varlığını açıklama biçimidir. İnsan bende varım demek için soru sorar. Soru sormayan, sorgulamayan her şeyi olduğu gibi kabul eden ve ne soracağını, neden soracağını bilmeyen insan kadar soru sorarken nelere dikkat edileceğini bilmemek de sorunlu bir alandır. İletişim kurmak insanın en doğal hakkıdır ve soru sormak engellenemez. Bizim eğitim sistemimizde soru soramazsın denilmiyor. Bilakis soru sormaya yönlendirilmiyor. Çocuklar ve gençler soru sormamanın dayanılmaz rahatlığını yaşıyorlar. Oysa soru sormayan insanın, toplumsal gelişmeye hiçbir katkısı olmayacaktır. Toplumlar aptallaşacaktır; güdülenecektir, sindirilecek veya da tam tersi anarşi ve isyana zemin hazırlanacaktır. İki durumda da toplum anormal tepkiler gösterecektir. Hatta en önemlisi de kutuplaşacaktır. O yüzden önce birey kendisi için soru sormanın önemini öğrenmeli ve sonra da topluma olan katkısı için soru sormanın ne kadar değerli olduğunu içselleştirmelidir. 

Aklı yerinde olan sorar

Her şeyde olduğu gibi insan olarak da gelişimsel olarak evrelerimiz vardır. Yüce dinimiz akıl baliğ olma terimini çok yerde insanın ehliyeti için kullanır. Yani akıl baliğ kişi, zekâ olarak doğuştan bir anormali olmayacak ardından belirli bir yaşa yani ergenliğe ulaşmış olacak diğeri de meczup olmayacak. Akıl baliğ olana Allah’ın emri haktır. Bunu referans alarak da şunu da diyebiliriz; çocuk soru sorarak öğrenir. Çocuğun soracağı sorularla kırk yaşındaki kişinin sorduğu sorular aynı olamaz. İşte bu noktada akıl sağlığını kontrol edebiliriz. Sormak merak duygusundan ileri gelir. İnsanın yapısı böyledir. İnsan merak etmeli bilginin peşinde koşmalı. Eğitim alma nedenimiz de bu yüzden. Bize verilen bilgileri pekiştirmek daha iyi anlamak daha ilerisini görmek için soru sorarız. Meraklı kişi daha nasıl mutmain olabilir ki? O yüzden eğitimde soru soran çocuğa çok soru soruyorsun diye azarlamak veya sınıfı oyalıyorsun diye terslemek yanlıştır. Bu tür çocuklara zaten ayır bir zaman ayrılmalı bu başka. Ama sınıf içinde tartışma ortamı yaratmak bilgiye ulaşmak için egzersizleri yaptırmak zaten öğretmenin görevi olmalıdır.

Sormanın, sorgulamanın kişilikle alakası

Bir de şüphe ile sorgulayanlar vardır. Sorularını sorgulama kalıbında sorarlar ve konuyu bağlamından koparırlar. Kendini polis veya savcı gibi görevli yerine koyup sorgulama yapan ve çizmeyi aşan insanlar vardır. Şüphe iki türlüdür. Biri evet imanla bağlantılıdır. Diğeri de merakından, daha iyi öğrenmek ve bir şeyleri keşfetmekle ilgili bir öğrenme sürecidir. Bir de şüphe veya kuşku ile sorgulayarak kendine olan güvensizliği ortaya koyan sorgulama biçimleri vardır. Her şey bir aşama içinde gerçekleşir. Eskiler halk tabakasını kişilikte geldikleri seviye bakımından ayırmışlardır. Ancak bu akışkan bir ayrımdır buna dikkat edelim. Yani bir sınıf ayrımı değildir. Bu ayrım, avam, havas, havasül havas olmak üzere anlayış ve kavrayış bakımında birbirinden farklılık gösteren halktan grupların oluşturduğu fertlerdir. İşte sormak veya sorgulamak da bu grubun içinde kendi özelliğine göre ayrım gösterir. Mesela hoca öğrencisinin hangi amaçla sorguladığını bilir. Ama tabi bunun için berrak bir zihinsel kavrayışa sahip hoca olmak lazım. Öğrenci hocasının her söylediğine itiraz niteliğinde bir sorgulama ile karşı karşıya gelirse hoca öğrencisini kişilik gelişiminde tabiri caizse sınıfta bırakabilir. Sormak da sorgulamak da halk kitlelerindeki seviye ve anlayışa göre değişiklik arz eder. Kişilik eğitimi bu yüzden çok önemlidir. Sormak da sorgulamak da seviye işidir. Bir toplumda kişilik eğitimi ne kadar yaygınsa toplumların anlama, kavrayış, bilinç seviyeleri de o derece yüksektir. Sorular da ona göre ufuk açıcıdır. Bizim eğitim sistemimizde kişiliği geliştirecek eğitim verecek havas hatta havasül havas seviyesinde hocalarımız var mı bilmiyorum? Varsa ön plana çıkmalılar. Eğer böyle bir hoca bulan öğrenci varsa da o hocanın eteğine yapışmalıdır.

YANGINLAR

Dünya yangınlarla boğuşuyor. Korona salgını ile başlayan, tüm dünyayı etkisi altına alan afetler bir türlü dinmiyor. Bu yaz da yangınlar artarak ana gündemimizde. Bu satırları yazarken maalesef Çanakkale’deki yangın haberini aldık. Fakat bu sene benim dikkatimi çeken başka bir şey daha var. Özellikle fabrikalarda, iş yerlerinde, kültür merkezlerinde ardı ardına çıkan yangınlar. Bunlar sabotaj mı? İhmal mi? Nedir bir türlü anlayamadık. İstatistiklere bakmak lazım. Bu yaz aylarında orman yangınları yanında bir de bunlar çıktı. Gerçekten dünya garip bir hal aldı. İnsanlık kudurdu, çığrından çıktı. Felaketlerden de ders almıyoruz. Dua etmekten başka bir çaremiz yok. Ben umudumu gençlere bağladım. Yaşını başını almışlar dünyalığını yapanlar yaptı. Yapamayanlar da ben gidiyorum madem dünya yansın havasında. Ne yaparsa gençler yapacak. Günümüz gençleri daha duyarlı ve daha fazla sorumluluk duyuyorlar. Burun kıvıranları görüyorum hiç kıvırmasınlar. Biz bir şey yapamadık daha da berbat ettik. Kabullensek iyi olacak.

PENCERE

Resim1

Her pencerede bambaşka bir hikâye. Herkes sanır sadece kendisi yazar bu hikâyeyi. Yalnız kendi güler, kendi ağlar, kendi yaşar sanır. Her pencereden ne sesler, ne ağıtlar yankılanır ne sohbetler, ne başlangıçlar, ne bitişler uzanır gökyüzüne. Kimi pencerenin perdesi var nakışlı oyalı kimi güllü dallı kimisi yırtık pırtık. Her pencere anlatır bize bir ömür nasıl geçmiş, nasıl geçer, nasıl geçecek. Her pencerede koskocaman dünyanın küçük hikâyeleri yazılır. Hepsi gerçek, hepsi bizim hikâyemiz. Gece olunca aşikâr olur hayatlar. Işıklar yanınca sarı, beyaz, mavi insan var içeride bilinir. Gündüz pencereler ışıksız; kim var kim yok belirsiz. Gece ışıldayınca pencereler hayat geldi diye sevinince komşular, uykuya dalar gözler. Pencereler dünyaya açılan pencereler, kim bilir daha ne kadar o pencerenin ardında saklanacak insan? Ayağı toprağa basmadan modern bloklarda daha ne kadar insanlık ömür tüketecek. Bilinmez belki de bu son bakışlar üst üste pencerelerden, sıvası düşmüş beyaz bloklardan. Umutla açılan pencerelerden insanlığımızı yaşamak için daha ne kadar nefes tüketeceğiz? Pencereden bakınca insan ne acı; toprak ayağımızın altından gitmiş, börtü, böcek, çimen, çayır yok. Her yer gri, hava, su, toprak her yer pencereden bakınca tek renk. İtiraf etsek mi? Bu pencereden bakınca renkler yok. İnsan neden sıkışır buncacık betona? Perdeler pencereleri süsleyen perdeler! Bir renk bir desen olsa da dünyamıza perdeler, sen yine de pencereyi kapama. Al içeriye umutla yağmur bulutlarını, yeşertsin içerideki hikâyeni. Yazsın sana cennetten hikâyeler. Yeter ki pencereni hep açık tut; inanç ve umutla.

SUNA YILDIRIM

HAYAT, SEN BİR MUCİZESİN

Dünyanın bir mucize, dünyadan da öte, insanın bir başka mucize olduğu gerçeği ile sizleri yüzleştirmek üzere, çok hoşuma giden, Karen Salmansohn‘un bir sözü ile başlamak istiyorum yazıma…

''Mucizelere inanmıyorsanız, muhtemelen kendinizin de onlardan biri olduğunu unutmuşsunuz demektir.'' diyor… 

Hayat bize sunulmuş güzellikler ve mucizelerle dolu bir yol değil midir?

Oysa yüzyıllardır hepimiz, mucizelerin içinde yaşamıyor muyuz? Sadece onlar, karşımıza değişik kimliklerle çıkıyor, biz farkında değiliz. Aslında hepimiz biliriz ama nedense inanmakta zorlanırız… 

Yaşamın ilk anından son anına kadar mucizelerle dolu bir hayat yaşıyoruz. Oluşturduğumuz ve etrafımıza yaydığımız tüm enerjiler, bu mucizenin işaretleridir aslında. Ne kadar çok sevinsek de, umut dolu olsak da, üzülsek de tüm bu oluşan enerjiler bizi etkiliyor, hareket tarzımızı belirliyor ve davranışlarımıza yansıyor.

Karşılaştığımız her durumu mucizeye dönüştürmenin ve bu farkındalığı artırmanın yolları var elbette, mesela, bugün bir ülkede, ertesi gün başka bir ülkede olmak. Sebep ve şartlar ne olursa olsun insanın doğduğu yerden başka bir yere göç etmesi, orada bir hayat sürmesi ve yine bu özveriyle sılayı rahim ziyaretinde bulunması…

Tıpkı şu zamanda neredeyse tüm gurbetçilerin tamamının ana vatanına ziyareti gibi ben de burada canım memleketimde tatilimin son zamanlarını yaşıyorum. 

Bana göre yaşadığımız her gün ve sıradan her olay bir mucize. Aman aman değişik bir olay veya durum aramaksızın aslında bizlerin varoluşu bir mucize… 

Bir anda, insanın parmaklarını şıklatarak, mucize yaratırcasına çıkıp, memleketine gelmesi gibi… 

Bugün burada yarın başka bir yerde…

Ağustos güneşinin ortalığı kasıp kavurduğu sıcak bir yaz günü daha bitmek üzereydi. Ben ailemle memlekette sıradan bir gün yaşarken, malum bitmeyen bahçe işlerinden, bulgur kaynatma görevimize başlamıştık bile… Bulguru yıkamış, kurutmuş ve seçme işlemine geçmek üzere terasa yerimizi hazırlamıştık. Ailece işin başına geçmek üzereyken, bir küçük kuşun etrafımızda pır pır dönerek uçan sesi geldi kulaklarımıza… Her birimizin gözü bir anda oraya odaklandı. Aradan çok geçmedi ki kuş cama çarptı ve oturağa düştü. 

Hepimiz şoke olmuş bir vaziyette ayaklanıp kuşu almaya çalışırken küçük oğlum üzüntülü bir şekilde kuşu kaptığı gibi aşağı taraftaki masaya götürüp yatırdı. Kendince seviyor hala yaşıyor mu umuduyla bir şeyler yapmak tekrar yaşama döndürmek istiyordu ama cama çarpınca hemen oracıkta can vermişti küçük kuş. 

O zamana kadar yalnız olan kuşun bir anda annesi olduğunu düşündüğümüz büyük bir kuş çıktı geldi... Sonrasında bir grup kuş daha... 

Bizler ne olduğunu anlamaya çalışırken, diğer taraftan kuşu gagalarıyla alıp oradan uzaklaştılar... O kuşların sesiyle, o kalabalık kuş topluluğuyla belki birkaç gün süren bu seremoni çok etkileyiciydi… 

Bugün varız yarın yokuz işte... Nasıl ki var olmak bir mucizeyse bir anda yok olmak da mucize değil midir? Farkındalık noktasında aslında bu yaşanan ibret değil midir? 

Yaşamın gereği, ya farkında olacaksınız ya da farkında olmadan yaşayacaksınız.

Tüm insanlığa, değişimin farkındalığı ile birlikte mucizelerle dolu bir yaşam diliyorum.

Saygılarımla. 

GERİ DÖNÜŞÜMDE YENİLİKLER

Batıda bir mimar hanım geri dönüşüme verilen giysileri özel makinalarda liflerine ayırarak blok yapmış. Bu bloklarla duvar, seperatör hatta yalıtım malzemesi olarak kullanılacak şekilde giysileri dönüştürmüş. Malzeme mühendisliği gittikçe önem arz eden bir alan artık. Daha az malzemeler kullanarak ve var olan malzemeleri yeniden başka formlara dönüştürerek yaşamak zorunluluğu ortada. Öte yandan geçen gün ünlü şef aşçı Refika’nın cam eşyaları gönderirken kullandığı plastik baloncuk kaplamalar yerine yeni bir şeyin tanıtımını yaptı. Kullanılıp  bir makinadan geçirildiğinde değişik bir yapıya bürünen bu karton cam eşyaları gönderirken koruyucu malzeme görevini görüyor. Tüm bunlar aslında insanın çaresizliğinin yegâne sonucu olduğunu düşünüyorum bir yandan. Endüstrinin, modernleşmenin sürekli eşya tüketip ve atık çıkartmaya yönelttiği bir dünyada şimdi bunların daha farklı fonksiyonlarını bulma çabası içindeyiz. Doğada çabuk çözünecek ve doğayı kirletmeyecek çözüm yolları bulmak için çabalıyoruz. Bir yandan da dünyamız hala plastiklerle kirlenmeye devam ediyor, biz de tüketmeye devam ediyoruz. Hızla AVM’ler inşaa ettiğimiz sürece biz bu ironiden kurtulamayacağız.

ARTI

İYİLİK İYİLİĞİ GETİRİR

Yaz aylarında sahil kentlerinin nüfusu dörde, beşe, hatta ona katlanıyor desek abartmış olmayız. Belediye görevlileri ne kadar tedbir alsa da sahil kenarındaki bankları çekirdek kabukları istila etmiş durumda. Kola ve bira şişeleri, teneke kutular, sigara izmaritleri, bisküvi, çikolata, şeker jelatinleri, janjanlı boş paket kağıtları, naylon poşetler. Nasıl oluyor da hiç toplanmaz? Bugün saçı sakalı karışmış elli atmış yaşlarında bir adam iki teker üstünde büyük çuval kondurulmuş çekme arabasıyla geri dönüşüm atıklarını topluyordu. Dikkatimi çeken torunu yaşında üç erkek çocuk da ona yardım ediyordu. Sahilde işe yarayacak, teneke kutu, cam şişe gibi materyalleri çuvala dolduruyordu. Çocuklar ilkokul çağlarında, belli ki okul masraflarını çıkartmak için o sıcakta çalışıyorlardı. Bir beyefendi yaşlı adamla bir şeyler konuştuktan sonra, onlara maddi bir yardımda bulundu. Böyle devam ederlerse başımın gözümün sadakası deyip, onları düzenli sevindireceğine söyledi. İyilik, iyilikleri getirir dedi ve gitti.

EKSİ

SORUMSUZLUK

Deniz mevsiminde herkes fırsat buldukça denize girilecek bir kıyı kenar buluyor. Herkes plaja gidemez ya, yetmişlik seksenliklerin denize girdiği bir yer var. Dalgakıranların üzerinden merdivenle inilen bir metal iskele Gariplerin canına yetiyor. Ne var ki her kentte olabileceği gibi serseriler mevcut. İçtikleri içeceklerin cam şişelerini denize atıyorlar. Bazen sarhoş halleriyle cam şişeyi kayaya vurup kırılan parçasını denize atıyorlar. Bundan zevk alan sadist ruhlu gençler çok. Ne yazık ki bir keresinde seksen yaşında bir ihtiyar amca, tam denize girdiğim yerde kırılmış keskin bir cam şişesine basarak yaralanmıştı. Kanı durdurulamamıştı. Acil ambulans çağrılara hastaneye kaldırılmıştı. Ne acayip sorumsuz davranışlar.

ŞU GİYİM KUŞAM MESELESİ

Ülkemizde kadınların giyim kuşamı her medya ortamında eleştiri malzemesi olabiliyor. Erkekler kadınları yerden yere vuruyor. Kadınlar başka türlü eleştiriyor. Öyle ya da böyle ülkemizdeki bu tartışma hiç bitmez. Kimisi özgürlük var diyor kimisi herkes yerini bilsin diyor. Dünyaca ünlü sanatçımız Karsu’nun iki gün önce 9 yaşındaki bestekâr İpek Nisa Göker ile sahneyi paylaşması müthiş bir güzellikti. Konserde olamasak da paylaşılan görüntülerden, videolardan o güzelliği hissetmek mümkündü. Videolara yapılan yorumlar Karsu’nun kıyafeti ile ilgiliydi. Kapalı bir kıyafet giymesini öven yorumlar buna karşılık da ne alaka canım herkes istediği gibi giyinebilir diyenler çatışıyordu. Kıyafet meselesi etik ve estetik bir bütünlük içerisinde tartışılmalıdır. Özgürlüğün konusu değildir giyim kuşam. Özgürlük içsel soyut bir kavramdır. İstediğiniz kadar açık giyinin ruhunuz özgürleşemez. İstediğiniz kadar kapalı giyinin ruhunuz sonsuzlukta özgür olarak yaşayabilir. Özgürlük kavramının meta haline getirilmesi de neoliberal ya da post modern akımların adına ne derseniz deyin günümüzün hezeyanıdır. Davranışlarınızla kıyafeti uyumlu giyindiğiniz zaman özünüzde buluşursunuz. O yüzden Karsu’nun kıyafeti kadar sahnedeki İpek kızımızla olan iletişimi, kızımızın başarılı sunumu, her şey tam bir uyum içindeydi. Uyum etkileyicidir. Çünkü Karsu’nun ihtiyacı olan çıplaklık veya teşhir değildi. O sanatını icra etmek için özgüveni ile sahnedeydi. Uyumu bu şekilde yakaladı Karsu.