SADE YAŞAM

İsmail ŞAHİNBAŞ
Tüm Yazıları
İnsanoğlu binyıllardır süren bilgi birikimi ile teknolojide elde ettiği bazı kolaylıkların esiri olmak üzere. Bu aşamada insanlığı bekleyen en önemli sorun; insani davranışların değişmesi.

İnsanoğlu binyıllardır süren bilgi birikimi ile teknolojide elde ettiği bazı kolaylıkların esiri olmak üzere. Bu aşamada insanlığı bekleyen en önemli sorun; insani davranışların değişmesi. Teknolojik gelişim ve bunun getirdiği kolaylıklar her zaman nimet olarak algılanmamalı. Ama bu cümleden benim teknolojik gelişime karşı olduğum da düşünülmemeli. Gelinen aşamada insanlığın en temel düşmanı değerlerden kopuş, doğaldan kopuş, tembellik ve ötelemedir.

Yürüyen merdivenler, yürüyen bantlar ve asansörler

Teknolojide gelinen aşama belli. Bir tuşun ucunda dünya. Bir tuşa basarak dünyanın en uç noktası ile iletişim sağlayabiliyoruz. Hem görüntülü hem de sesli mesaj iletebiliyoruz. Her şey bir tuş uzağımızda. Bu tuş, telefon tuşu olabilir, televizyonun kumanda düğmesi olabilir ya da nükleer bir silahın tuşu da olabilir. Yürüyen merdiveni olmayan AVM’lere girmiyoruz. Öyle ki ta kapısında başlasın istiyoruz yürüyen merdivenler. Bu arada AVM’ler tüketim çılgınlığının doruk noktasına ulaşılan yerler. Havalimanlarında yürüyen bantları arar oldu gözlerimiz. Bir uçtan bir uca yürüyüş bandı ile gitmek istiyoruz. Yani insanca küçük bir yürüyüş için bile izin yok. Peki ya asansörler. Asansörü olmayan binaların ikinci katından yukarıya çıkmıyoruz bile. Oysa yürümek, yürümeye çalışmak bir bebeğin yemeğini ağzına getirmesinden sonra ilk eylemlerinden. Önce emekleme, sonra ayakta durmak ve sonra sonsuza kadar yürümek. Evet, sonsuza kadar yürümek, yürüyerek keşfetmek…

Dayatmacı Bir Yaşam Düzeni

İnsanlığın içerisinde bulunduğu bu yeni yaşam biçimi dayatmacı bir eylem. Arabanın rengini, oturduğun binanın rengini, kıyafetlerini, yemek biçimini ve aşk dâhil her şeyi dayatıyor. Dünyanın gelişmiş birkaç merkezinde yapılan bir defile ile gelecekteki kıyafetlerimiz belirleniyor. Çekilen bir film önümüzdeki yıllarda yaşayacağımız aşkın biçimini beynimize kazıyor. Ve meslek seçimimizi bile bir şekilde sinema filmi ya da televizyon dizileri ile belirliyor. Bir şekilde bu dayatmacı zihniyete esir düşmüşüz.

Yaşamın temposu

Koku duyumuzu kaybettik. Etrafımızı saran kokular gerçek koku değil. O kadar yapay kokulara alıştık ki, gerçek koku artık çekilmez geliyor. Ve pek tabi ki renkler. Yaşamın gerçek rengi yok. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil ya da olduğu gibi. Yaşamın temposu çok yüksek. Özellikle kalabalık yerleşim alanlarında yüksek bir yaşam temposu dayatılıyor. Her şey tüketime göre kurgulanmış. Yaşamın temposu insan yaradılışına göre uygun değil. Bedenler zorlanıyor, ruhlar rahatsız. Yere düşen eziliyor…

Enerji

Yaşam enerjimizi tüketimden alıyor olduk. Hafta sonunu bekleyen bir kitle oluştu. Elimize verilen kartlarla, bin vadeye bölünen alışverişle geleceğimizi ipotek altına alıyoruz. Daha çok çalışmak, çok daha tüketmek zorunda kalıyoruz. Geleceğini ipotek et ve tüket. Bu yaşam biçiminin uyuşturucu kullanmaktan ne farkı var. Uyuşturucuda olduğu gibi bir anlık mutluluk için sağlığımızı teslim ediyoruz. İnsanoğlu yaşam enerjisini kaybetti. Bir de günlük hayatta kullandığımız enerji var. Fosil yakıtlardan, nükleerden elde ederek doğayı yok ettiğimiz enerji türleri. Elde edilecek enerji su, rüzgâr ve güneşten elde edilmeli. Şimdi herkes mum ışığında oturmamı, araç kullanmamamı söyleyecek. Ya da buna benzer şeyler. İnsanlığın geldiği bu kalabalık düzende gerçekçi olmak gerekirse doğal yollardan elde edilecek enerji hiç kimseye yetmeyecek elbet. Ama enerji elde etmeyi düşünmek yerine tüketmemeyi veya daha az nasıl tüketirimi konuşmamız gerekmiyor mu? Doğayı yok etmeye çalışarak elde edilen enerji, dünya üzerinde yaşayan her canlı için tehdit oluşturuyor.

İnsan ve öteki

Bu mavi gezegende sadece insan yok. Ve bu gezegen sadece insana ait değil. İnsanoğlu dünya üzerindeki döngüde bir yerde duruyor. Coğrafyalar, bitkiler, hayvanlar, mikro organizmalar, hava, su, toprak, ateş ve insan… Ama gelinen noktada tüm kaynaklar, değerler insan adına tüketiliyor. İnsanoğlu tükettiği tüm bu değerlerin altında kalacak bir süre sonra. Kestiği ağacın oksijen üretmesine ihtiyacı olacak. Yok ettiği su kaynaklarını çok arayacak. Suların önü kesiliyor, topraklar oyuluyor ve tüm canlılar için yaşamsal öneme sahip hava zehirleniyor. Bundan daha ötesi var mı? Havasız sadece bir dakika yaşanabilir, bilemedin iki.

Peki ya su?

İçilebilir su kaynakları da tükenmek üzere. İlginç olan sorunlar bu kadar net ortada iken hiç kime bu sorunu görmek istemiyor. Ve su kaynakları hızla ticarileşiyor. Suyun başını birileri tuttu. Biz ‘su insan hakkı’ diye düşünürken, su kaynakları ticarileşirken ‘Hakkı’nın da sadece bir insan ismi olduğunu öğrendik. Dayatılan bir yaşam biçimi oluştu. İnsanoğlu cam bir fanusun içerisine hapsedilmiş durumda. Stresi olan alışveriş yapıyor. Başı ağrıyan ilaç içiyor. İlaç mı? Zehir mi? ‘Modern Tıbbın Karanlık Tarihine Yolculuk’ kitabını okuduktan sonra kocakarı ilaçları olarak adlandırılan çare yöntemleri daha çok ilgimi çekti. Canın sıkıldı mı başka bir şey yap… Daha az okuyor, daha az düşünüyoruz. Sen okuma, ben sana okurum, sen düşünme ben düşünürüm ve sonunda ben senin canına ebediyen okurum… Ey insanoğlu! Çık doğaya teslim ol. Bu arada teslim olunacak coğrafya kaldıysa bana da haber ver. Yeni yaşam biçiminin geldiği nokta şu; yaşam cehenneme döndü…

Tükettiğin kadar üret

Gelinen noktada bu insan kalabalığına yetecek ne su var ne ekmek. Bir taraf yemeye ekmek, içmeye su bulamazken, başka bir taraf israf etmekten geri kalmıyor. Şimdi düşünelim: doğal olarak üretilmiş, hiçbir sanayi üretimine tabi olmamış, kimyasal ilaçlarla desteklenmemiş, doğaya zarar vermeden üretilmiş ne yiyoruz?

Bu sorulara kim cevap verebilir?

Düşünün fırından aldığımız ve bizim toplumun kutsal bir değer yüklediği ekmekler ne kadar zararsız? Kışın sofralarımıza giren domates ve salatalıklar yenir mi? Çikolatalar, bisküviler veya çikletler ne kadar zararsız?

Hangisi?

Soframıza gelen hangi yiyecek temiz? Emek verilerek üretilmiş? Gelelim GDO’lara. Yorum bile yapmaya gerek yok. İnsanoğlu genetiği değiştirilmiş organizmalar yemiyor sadece, genetiği değiştirilmiş masallar da dinliyor. Toplumlar; genetiği değiştirilmiş sanatçılar, politikacılar, bilim insanları, sporcular ile uyutuluyor. Gerçek artık çok uzaklarda. Gelinen nokta şu: İnsanlığın genetiği değişti. Toplumlar, izlediği bir filmde nasıl yaşanıyorsa öyle yaşamaya başladı. Ayrılıkların aynısını ertesi gün uyguluyor. Cinayetler keza öyle. Filmlerdeki trafik kazalarını bile taklit eder olduk. Rol yapıyoruz hep birlikte. Bize çizilen yolda hiç durmadan ilerliyoruz. Bu işin sonu uçurum, çukurun kenarında da korkuluk yok… Filmler üzerine kurduk yaşamı. Kolay yoldan zengin olmak herkesin hayali. Yiyeceğimiz yemeklere kadar her şey dayatılıyor. Adroid bir insan nesli yetişti maalesef. Aşklarda değişti. Sadakat kayboldu. İçerisinde sevgi ve tutku olmayan birliktelikler var artık. Bu birliktelikten göbeğini kaşıyan android bir nesil ürüyor. Gelinen bir nokta daha: Kredi kartının limiti kadar adamsın. İşgal ettiğin koltuğun sağladığı imkânlar kadar saygınsın. Tüm yaşam kontrol altında. Ne yiyorsun, marketten ne alıyorsu? Tüketim alışkanlıkların nasıl? Birileri bizi kontrol ediyor. Boş kalabalıklar, şekilci insan birikmeleri, birbirine benzeyen boş bedenler. Yaşamda her şey çıkar üzerine kurulu. Elveda gerçek aşklara…