Geçtiğimiz hafta, önce İbrahim Kalın'ın sonra Hakan Fidan'ın Washington'a ziyaretleri, takip edilen açıklamalar, Fidan-Blinken buluşması sonrası yayınlanan ortak metin gösterdi ki bu sefer siyasi konjonktür pozitif gündem konusunda daha olumlu sinyaller vermekte.
Türkiye-ABD ilişkilerinde pozitif gündem meselesi aslında iki ülke arasında Stratejik Mekanizmanın oluşturulma kararının verildiği tarihten itibaren var olan, zaman zaman acaba pozitif gündem açısından neredeyiz diye dönülüp bakılan bir unsur. Kendi başına bir tür diyalog ve güven artırıcı eylemi temsil ettiği için de önemli. Taraflar bazı önemli konularda anlaşamasalar da görüşüp, birbirlerinin nerede durduğunun ötesinde birbirlerini nasıl ikna edeceklerini de düşünme fırsatı buluyorlar. Daha önce de tekrarlamıştık, Türkiye-ABD ilişkileri kompartımanlaştırma stratejisinin işlemediği, her şeyin her şeyle irtibatlı hale getirilip büyük pazarlığın parçası yapıldığı bir ikili ilişki modeli. Türkiye’nin- elinde imkân olsa- kompartıman stratejisini tercih edeceğini de düşünüyorum, ama özellikle Biden yönetimi bu tür bir kapı açmadı. Dolayısıyla bütünleşik pazarlıklar söz konusuyken yaşanan anlaşmazlık, sorun ya da meselelerde yaratıcı ara çözümlerin bulunması için stratejik mekanizmanın iyi bir adres olduğu görülüyor. Geçtiğimiz hafta, önce İbrahim Kalın’ın sonra Hakan Fidan’ın Washington’a ziyaretleri, takip edilen açıklamalar, Fidan-Blinken buluşması sonrası yayınlanan ortak metin gösterdi ki bu sefer siyasi konjonktür pozitif gündem konusunda daha olumlu sinyaller vermekte.
F-16, F-35 meseleleri ve kapasite paylaşımı/transferi
Pek çok yorumcunun zikrettiği İsveç’in NATO üyeliği meselesi ile F-16’ların satış ve modernizasyonu ile ilgili kararın verilmesi elbette bu olumlu siyasi konjonktürün başlangıcı ve karşılıklı adımlar olarak görülüyor. Her ne kadar ABD Yönetimi bu iki meseleyi birbiriyle ilişkili hale getirmiş ve Ankara da aynı yoldan devam ettiyse de ben, İsveç’in NATO üyeliği ile ilgili Türkiye nezdindeki temel engelin Madrid Mutabakatı ile aşıldığını düşünenlerdenim. Elbette, siyasi iradenin tecellisi son karar, ABD yönetiminin Washington-Ankara ilişkilerinde “yeni bir sayfa” retoriği kullanması adına etkili olmuştur. Ama bence ABD’nin vermiş olduğu F-16 kararı, kararın özünden bağımsız bir gösterici işaret olarak son derece mühim bir karardı. Kararın özünden bağımsız diyoruz çünkü Türkiye’nin ihtiyacı açısından önemli bir katkı olmakla beraber F-16’lar bir ara çözüm olarak düşünülüyor ve kısa süre önce Kaan’ın tekrar kamuoyu önüne çıkarılmasından, envanter ve üretim için verilen tarihlerden anlıyoruz ki Ankara, savunma sanayinin daha yerli, daha milli, daha otonom olmasından vazgeçmiş değil. ABD’nin kararı bu bağlamda Türkiye’ye değerli bir ara çözüm sunuyor. Ama, kararın özünün dışına çıktığımızda karar ABD’nin bugünün konjonktüründe Türkiye ile kapasite paylaşımı yapabileceğini, yapmak isteyebileceğini gösteriyor. Türkiye’nin bu mesajı iyi okuduğunu anlıyoruz. Zaten Ankara, tüm bu gelişmelerden kısa bir süre sonra Avrupa Gökyüzü Kalkanı İnisiyatifi’nin parçası oldu. Hoş, bu inisiyatif ABD’nin, Almanya’nın liderliğinde bir girişim ve hedeflerinden biri de ABD’nin çeşitli mecralarından gelen (mesela Trump) Avrupa savunmasıyla ilgili eleştirilerini Avrupalı devletlerin savunma yükümlüklerine taahhüdünü göstererek dindirmek. Ama tabi bu yolda temel arzu NATO’ya entegre olabilen Avrupa devletleri arasında koordineli çalışabilir bir hava savunma sistemi kapasitesi inşası. Şu an için düşünülen kapasiteler ise Almanya, ABD ve ABD-İsrail üretimi sistemler. Elbette girişim ileride savunma sanayi pazarı açısından farklı opsiyonları da beraberinde getirebilir ama bu noktada dahi girişime katılarak Türkiye, NATO ve Avrupalı inisiyatif üyesi ülkelerle beraber çalışabilecek kabiliyetin inşası ile ilgili bir kararlılık gösteriyor ve inisiyatif üyesi ülkelerde bu yolda paylaşım ve iş birliği ile ilgili bir mesajı Türkiye’ye veriyor. Kısaca, F-16 kararı ile duyulan mesaj, Ankara-Brüksel hattındaki başka bir mesajla güçlendiriliyor. F-35 programına Türkiye’nin dönüşü meselesinin Nuland’ın ziyaretinde, Fidan-Blinken görüşmesinin ertesinde tekrar kamuoyuna duyurulacak şekilde açılması da bu resimde mana kazanıyor. Bu konuda kolay bir formülün sadece Washington için değil Ankara için de olmadığını anlayabiliyoruz. Blinken ile görüşme sonrası konu sorulduğunda Fidan, “Türkiye’nin pozisyonunu koruduğunu [ama] bazı görüş alışverişlerinin olduğunu” söylemiş. Olumsuz olmayan fakat zorlu sürecin (görüşme, pazarlık, ikna) sürdüğünü gösteren bir açıklama.
Hızlandırıcı neden var: ABD seçimleri
Bugün bu mesajların duyulması için iki ülkenin yönetimlerinin attığı adımlar elbette etkilidir ama bunun ötesinde konjonktür Washington ve Ankara için hızlandırıcı etki yaptı büyük ihtimalle. Konjonktür söz konusu olduğunda değinmemiz gereken en önemli husus ABD seçimlerinin yaklaştığı gerçeği. Türkiye’nin Biden Yönetiminin hayranı olanlar listesinde yer almadığını biliyoruz. Gazze’de yaşananlar sonrası Demokrat Yönetimin beceriksizliğini dillendirmeyen bir tane Allah’ın kulunu bulmak da zordur. Ancak Trump’ın iktidarının da nasıl bir dış politika getirebileceğini söylemek zor. Yorumcular Trump ve Cumhuriyetçi Partinin temel dokümanlarına bakarak bazı çıkarımlarda bulunuyorlar: ABD fosil yakıt ve LNG sektörünün desteklenmesi, İran ve Çin’e karşı sert söylem, İsrail yanlısı politikalar, Rusya’yı Çin’den uzaklaştırmaya çalışmak ama sınırlandırmaktan da vaz geçmemek, Körfez ve Avrupa’yı ne öldürür ne güldürür bir pozisyonda tutmak, Pasifik’te ittifak politikasına devam ama söylem değerler değil çıkarlar. Tüm bu varsayımlar Trump’ın ilk dönemindeki temel kontürleri hatırlatıyor ama Trump’ın bu kontürleri çizerken kullandığı araç krizlerdi; krizleri tırmandıran, kimi zaman kriz çıkartırken güç kullanan ve sonrasında da kimi krizleri yatıştırmak için güç kullanan bir başkan görüyorduk. Bugünün dünyası krizleri silah haline getirmeye çok müsait bir dünya değil. Ayrıca yukarıda zikredilen strateji kontürleri bugünün güç dengesizlerine cevap verecek, asimetrik kabiliyetlerin kullanımını sınırlayacak nitelikte de değil.
Bu nedenle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da farklı güvensizliklerle karşı karşıya kalan aktörler Biden Yönetimi, Kasım 2024 öncesi parlak fikirler ve güzel çözümler ararken Washington’u daha pazarlık edilebilir buluyor. Gerçekten de Biden’ın bazı küçük zaferlere ihtiyacı var. NATO’ya Finlandiya ve İsveç’in üyeliği, Avrupalıların savaşmaya ve silahlanmaya para harcamaya hazır hale gelişi Avrupa/NATO sahnesinde bir küçük zafer elbette. Ancak Putin’in ikide bir Avrupa’yı nükleer savaş ile tehdit etmesi ve ABD’nin yaygınlaştırılmış nükleer caydırıcılık bağlamında inandırıcılığının kâğıt üzerinde biraz azalmış olması bu zaferlerin dokusuna zarar veriyor. Gazze, İran’ın perde arkasından Kızıldeniz’de ticareti aksatabilmesi, İran siyasetinde, İsrail siyasetinde çuvallama da her şeye zarar veriyor. ABD, Kasım 2024 öncesi henüz sağlayamadığı ateşkes dışında bölgesel dengeler ve İran’ın sınırlandırılması konusunda İsrail merkezli politikalar dışında (çünkü işe yaramadı) daha parlak, daha yaratıcı, ABD’nin Ortadoğu’yu kaybetmediğini gösteren formüller bulmak zorunda. ABD’ye yönelik yükseltilen Irak’tan çekilme talebi de- son günlerde fazla zikredilmese de- akıllardan çıkartılmamalı ABD’nin Irak’tan çekilme ihtimali konuşulurken (merkezi Irak Hükümetinin böyle bir talebi vardı) Pentagon, Suriye’den çekilme söylentisi üzerinden nabızları bir yoklamıştı. ABD’nin YPG politikası çerçevesinde de, jeopolitik olarak da Irak ve Suriye’yi (çekilme sebep ve talepleri ayrı dayanaklara sahip olsa da) birbirinden ayrı düşünmek zor. Öte yandan ABD’nin Irak ve Suriye’deki varlığının bazı şeyleri caydırmak konusunda yeterli olmadığı da 7 Kasım öncesi-sonrası görüldü. Afganistan’dan çekilme gibi bir çekilme ise ABD için ne küçük bir zafer olur ne de bölgede zaten altüst olmuş dengeleri yerine oturtur. Dolayısıyla ABD’nin Irak-Suriye hattında DEAŞ ile mücadele gündemini, bölgesel dengeleri bozmadan ve bozulan dengeleri tekrar rayına oturtarak sürdürmek/sürdürüyor görünmek için bayağı bir oturup kalkacağı bölgesel diplomasi masası olacaktır. Bu noktada Türkiye’nin kırmızı çizgileri ve pozisyonu belli. Suriye meselesi Rusya ile gündeme geldiğinde de, ABD ile gündeme geldiğinde de bu pozisyonu üzerinden Ankara konuşuyor. Bu pozisyonun içerisinde elbette YPG’ye ve ayrılıkçılığın güçlendirilmesine yer yok. ABD’nin YPG’den bu konjonktürde vaz geçeceğini düşünmüyorum ama unutulmamalı 7 Ekim ve ötesinde yaşananlar ABD’nin sadece İran/İsrail politikasının başarısızlığı değildi, aynı zamanda YPG vari oluşumlar ve DEAŞ ile savaş adına bölgenin küçük tamponlara ayrılması politikasının da iflasıydı. Tampon manpon kalmadı. O yüzden ABD küçük küçük adımlarla, badi badi, yeni ve işleyebilecek denge formülleri üzerinde düşünmeli.
ABD-Türkiye olası olumlu gündemi bir eksenleşme siyaseti değil
Türkiye-ABD/Batı ekseninde bu olumlu gündem mevzusu tartışıladursun, Ankara’nın Rusya’ya da yönelik bir inisiyatif geliştirmekten geri durmadığını görüyoruz. Geçtiğimiz hafta Ankara, BM ile birlikte Karadeniz’de sivil gemilerin seyrüsefer güvenliğini sağlamaya yönelik yeni bir girişim başlattı. Bu girişim aslında Rusya’nın -özellikle Ukrayna saldırılarını Karadeniz donanma unsurlarına yönelik artırmışken – ilgisini çekebilir. Rusya, Karadeniz Tahıl Girişiminden Rus tahılına yönelik sınırlandırmalar devam ettiği ve Ukrayna’nın Karadeniz’i bir tırmandırma alanı olarak kullanmasından (mayınlar vb) şüphe duyduğundan çekilmişti. Ama çekilmesiyle Dünya yerinden de oynamadı. Bu nedenle böyle bir girişim Rusya’ya cazip gelebilir. Elbette, Ukrayna ve Rusya’yı savaş Rusya’nın kazanmadığı ama kaybetmediği de bir statükoya saplanmışken tarafları bir güven artırıcı girişim etrafında buluşturmak çok kolay değil. Zelensky’nin Türkiye ziyaretinde Ankara elindeki havuçlarla Ukrayna’ya da Karadeniz’de tırmanmayı yükseltmenin risklerini hatırlatmıştır. Sözün özü, Ankara’nın ve ABD’nin olumlu gündem içerisinde buluşma siyaseti ya da söylemi hala eksenleşme ile ilgili değil.