İNSAN VE DİN

Recep GARİP 05 Oca 2024

Recep GARİP
Tüm Yazıları
Mevcudatın yaratılış sırrı insandır. Sırrın sahibi olan insan diğer bütün mevcudatın da sırrına vakıf olur. Sırrını kavrayamaz ise sıradanlaşır. Sıradan olmaması için irade verilmiştir ki, insan olarak kendini özgün kılabilsin. Özgün olan insan asli hüviyetini kaybetmez. Özgünlüğü olmayan insanın özgürlüğü de olmaz. İnsanla birlikte var olan eşya ve ihtiyaca binaen yaratılmış olan ne varsa, her birine anlam yükleyen, şekil veren, disipline eden de insandır. İnsanın kendini tanıması-çözümlemesiyle birlikte diğer bütün problemleri de çözüme kavuşturur.

İnsanın kendini bilmesi, tanıması ve tanımlamasıyla eşya da, mevcudatta anlam kazanır. Kendine verdiği değerle diğer eşyaların da değerlendiği görülür. İhtiyaca en uygun olanın kıymeti, insanın kendini bilmesi ile başlayan bir süreçtir. “Kendini bilen Rabbini bilir” buyruldu. Kendi yaratılış sırrını keşfederek eşyaya anlam katar, problemleri keşfederek çözüme ulaştırır. İnsan yalnızca düşünce ve ruhtan ibaret değildir. Aynı zamanda akıl sahibi olmakla keşfe açıktır ve yönetme ile yönetilmeye de müsaittir. Yaratılışını keşfeden insan, dünyanın hiçliği içerisinde varlık göstermesi icap eder ki, bu da insan-din ilişkisini doğurur. İnsan yaratılış gereği olarak ruhunu, gönlünü ve aklını tevhit etmeye ihtiyaç duyar. Yabancısı olduğu bu dünya hayatının geçici olduğunu, ruhunun yaratılışta verdiği sözü hatırlayarak secdeye kapanır. Yani kulluğunu hatırlar. İnsan, geldiği âlemin özlemini ruhunda hisseder ve o âleme uygun bir ömür sürmek suretiyle ancak şerefli bir varlık haline dönüşür. Bunu sağlayan duygu ise dindir, imandır, inançtır, ihlastır tam bir hulusi kalp ile teslimiyettir. Yaratılış sırrını çözen insan, daimi zikir, dua ve ibadet halinde olması gerektiğini bilir ve gaflete düşmekten sakınır.

 

İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren korumasız ve güçsüzdür. Zayıf olduğunu ve gün gün, ay ve ay, yıllar geçtikçe öğrenerek eşyayı, dünyayı ve yaratılışını tanır. Tanıdıkça tedbirler almaya, aklını kullandıkça disiplinli olmayı öğrenir. İnsan dışındaki varlıkların bu tür öğrenmeye ihtiyacının olmadığını ve doğuştan kendilerinde var olduğunu ve ona göre davrandığını da kavrar. Böylece hem kendi zafiyetini, güçsüzlüğünü hem de aklını kullanmak suretiyle her şeyi kontrol edebilecek özelliklerinin varlığını ve hem de sıradan ve başıboş bırakılamayacak kadar seçkin olduğunu idrak eder. Hayvanatın ise doğar doğmaz ne yapması gerektiğini görür, kısa sürede anne ve babası gibi davranmaya başladığını fark eder.  Örneğin bir kuş yavrusu yumurtayı kırar kırmaz yapacaklarını bilir. İnsanın uzun yıllara varan eğitimine rağmen dikkatsizliği, uyumsuzluğu, karakterini oluştururken her zaman doğruları bilme- yapma eğiliminden de uzaktır. Mevcudatın sahibi olan Allah (cc), insanın mayasındaki toprak ve suyun halleri gibi halden hale dönüşeceğini bildiğinden peygamberler göndermek suretiyle hem yaratılış sırrını idrak etsin, hem de kulluk bilinci kazansın ister. Böylece dünya hayatındaki varlığının asıl nedeninin ruhlar âlemindeki sözün hatırlanması ve dönüşün asli vatana olacağının bilinmesidir. Yaratılış gereği insan, hem akla, hem düşünme yetisine hem de inanma ihtiyacına sahiptir. Yumurtadan çıkan kuşa yüklenilmiş olan bilgiler ne yapması gerektiğini bilir ve onu yapar. İnsan ise öyle değildir. İzler, görür, eğitilir, uyarılır, uyandırılır ve aklını kullanarak çevrede olan bitenlere karşı nasıl davranması gerektiğini idrak eder. Bütün bunlar bir eğitimi gerekli kılar. Diğer varlıklar için böyle bir sürece ihtiyaç yoktur. Yaratılış mayasında mevcut bulunan duyguları-hisleri ona daha güçlü bir yaratıcının varlığından haberler taşır. Bunu aklında, ruhunda ve gönlünde hissederek yaratıcıya muhtaç olduğunu bütün zerrelerince duyarak teslim olur. Teslimiyeti oranında dünya telaşına girer ve çıkar. Akıl ve tefekkür sahibi olmasıyla diğer bütün mevcudattan ayrılarak vasıflı hale dönüşür. Şerefli bir varlık olduğunu idrak ederek şerefini zafiyete uğratmak istemez. Seçkin bir yaratılışla dünyaya geldiğini bilerek bütün mevcudatın emrine verildiğini öğrenen insan secdeye kapanır ve kulluk şuurunu asla ihmal etmez. Ali İmran 19.ayeti kerimede; Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir” diyerek haberdar ediliyoruz. Yaratılış mayasında var olan, ruhlar âlemindeki kabulleniş sözümüzün dünyada ispatı istenmektedir. Öyleyse din nedir? Akıl sahiplerini kendi irade ve tercihleriyle bizzat hayır olan ve peygamber tarafından tebliğ edilen hususlara sevk eden ilâhî kanuna din denir. İnsan, çoğaldıkça, aile bağlarıyla güçlendikçe, birbirine sahip çıktıkça köylere, kasabalara, şehirlere, milletlere ve devletlere ulaşır. Bütün bu yolculuğun kurallarını, uyulması gerekenleri insan aklıyla keşfetse de ilahi emir olarak bu hükümlere iman etmesi ve onunla hükmetmesi emrolunur. Demek oluyor ki Din, Allah (cc) tarafından Peygamberleri aracılığıyla gönderilmiş hükümler bütünüdür. Dünya hayatını düzenleyerek iki dünya mutluluğuna ulaşma yollarını gösterir. Allah'a nasıl ibadet edileceğini ve Peygamberine nasıl uyulacağını akıl sahibi insanlara bırakılır. Efendimiz (as); “Ben nasıl namaz kılıyorsam sizde öyle kılın” buyurmuşlardır. Kulluk şuuru dediğimiz husus, insan kalma yoludur. Kulluk, insanı seçkin kılar. Yaratılışını kavratır. İbadetler, ruhun nura dönüşmesine, asli hüviyetine tekrar kavuşmasına bir gayrettir. İnsanı Kamil (seçkin insan) olabilmek için, dünyanın hay huyuna kaptırmamak, geçici olanlardan vaz geçerek kalıcı olana sahip çıkmak, yok olup gitmek değil var olabilmenin yolunun bu dünyada elde edileceğini bilmektir. İnsan kalabilmenin vazgeçilmezi, Allaha kul, Habibine ümmet olmaktır. Allah (cc) tarafından gönderilmiş olan ilahi hükümlere, kanunlara teslim olmaktır. Kehf suresi 29.ayette şöyle uyarılıyoruz: “De ki, gerçek rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin”. Necip Fazıl Kısakürek “Sakarya türküsü”nde ne güzel ifade ediyor:

“İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su

Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek

Siz, hayat süren leşler sizi kim diriltecek” . Tefekkür, insana verilen en büyük bağışlardandır.

İnsanın yaratılışıyla âlem yaratılmıştır. İbrahim Hakkı Aydın şöyle ifade ediyor: “Gizli hazine, saklı define” anlamına gelen “kenzi mahfi”’yi Muhyiddin İbni Arabi “her türlü izafet ve nisbetlerden mücerred kadim ve ezeli olan hakkın zatı” diye ifade ediyor. Abdurrezzak el-Kaşani ise; “Gaybde saklı bulunan ahadiyyet hüviyeti olup gizli olanların en gizlisidir” şeklinde tanımlıyor. Küntü kenzen mahfiyyen diye devam eden ve hadis diye ifade edilen sırra; “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım” diye tanımlanıp idrakimize sunulmuştur.  Zikredilen sırda geçen “istedim” (ahbebtü) muhabbet, “bilinmek” (u‘refü) mârifet kökünden geldiği için mutasavvıflar kâinatın yaratılışını muhabbet ve mârifetle açıklamışlardır. İbni Arabi’de böyle kaydediyor. Demek oluyor ki Hak, bilinmeyi istemiş ve sevgiyle yani “taayyün-i hubbi” ile tecelli etmiştir. İşte bilinme isteği “marifet” budur ve insan yaratılmıştır. Âlemi, mevcudatı, kâinatı, âlemleri yaratan “maruf” olandır yani bilinen ve tanınandır. Ezcümle, Allah (cc), kâinatı yaratmadan evvel ne kadar gizliyse yarattıktan sonra da o kadar gizlidir. İnsan iman etmekle emrolunmuştur. Vesselam.