Geçen yazımda Alevi Ocakları ile Osmanlı Devleti arasında 14 – 17'inci yüzyıllarda vuku bulan isyan hareketleri ve bunların bastırılmasının aslında dini bir mesele değil ekonomi – politik bir mesele olduğundan bahsetmiştim.
Geçen yazımda Alevi Ocakları ile Osmanlı Devleti arasında 14 – 17’inci yüzyıllarda vuku bulan isyan hareketleri ve bunların bastırılmasının aslında dini bir mesele değil ekonomi – politik bir mesele olduğundan bahsetmiştim. Safeviler ile Osmanlı Devleti arasında barış ve statüko gerçekleştikten sonra Alevi ocakları bir sorun olmaktan çıkmıştır. Öte yandan devletin resmî tarikatı olan Bektaşilik de ayrı bir otorite unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı Devleti İmparatorluk dahilinde bütün Alevi ocaklarını serçeşme Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına kurulan Bektaşî Tarikatına bağlamıştı. Ancak bu bağlılık çoğu zaman kâğıt üstünde kalmaktaydı. Diğer Alevi Ocakları kapalı topluluklar olarak kendi dini ve sosyal yaşantılarını sessizce sürdürmeye devam etmişlerdi.
Bektâşilik Balım Sultan’dan sonra Yeniçeri Ocağı’nın resmî tarikatı olmuştu. Kendisi de bir Yeniçeri olan dâhi mimarımız Mimar Sinan bir şiirinde şöyle söyler: “Ezelden Bektaşi, Yeniçeriyiz / Yanar oda giren semenderiyiz!” Bununla da kalmaz… Örneğin her şehzade buluğ çağına girince ocak acemilerinden sayılır, savaşçılıkla ilgili derslerini Yeniçerilerden alır. Özel bir törenle gülbank okur ve Yeniçeri yemini eder. Osmanlı Padişahı da, resmen Yeniçerilerin Ağa Bölüğü’nün Birinci Ortasının birinci neferidir. Dolayısıyla her Osmanlı Padişahı, kâğıt üstünde de olsa, Yeniçeri ve Bektâşidir. Hânedâ n-ı Âl-i Osmân ile Yeniçeri Ocağı ve Bektaşî Târikatı işte böyle iç içe geçmiş ve bir aile gibi olmuştu. Bu klasik devrin genel manzarasıdır.
Zaman içinde Âl-i Osmân ülkesinde rüzgâr başta yönden esmeye başladı. Değişen savaş stratejisi tüfekli piyadeye ihtiyacı arttırmıştı. İktisadi şartlar da tımar sisteminin bozulmasına ve süvari sınıfı olan tımarlı sipahilerin hem sayıca hem de nitelikçe zayıflamasına yol açmaktaydı. Çözüm ilk etapta Yeniçerilerin sayısının artması şeklinde gerçekleşti. Ancak devşirme olanakları sınırlıydı ve artan Yeniçeri ihtiyacının karşılanması için yeterli olmamaktaydı. Bu yüzden yerli Müslüman ahaliden Yeniçeri alınmaya başladı. Ancak bu uygulama hem Yeniçerilerin profesyonel asker olarak kalitesini düşürürken hem de artan sayıları hazineye maaş yükünü arttırmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğunun 17’inci ve 18’inci yüzyıllarda vergi gelirleri düşerken harcamaları zorunlu olarak katlanmaktaydı. Açığı kapatmak için Anadolu ve Rumeli’nde ek vergiler tahsis edildi, bu da yetmeyince paraların ayarı düşürüldü: bugünkü dilde açıktan para basılıp devalüasyon yapıldı ve bu da enflasyona yol açtı. Zaman içinde artan enflasyon hem ahalinin belini büktü hem de Yeniçerilerin reel satın alma güçleri düştü. Bu süreç içerisinde artık Yeniçeriler evlenebilmekte, oğulları da Yeniçeri olmaktaydı. Kimsesiz insanlardan kurulu olması ve sadece Padişah’a bağlı olması sebebiyle farklılaşan bu ocak artık başta İstanbul olmak üzere kendi mahalleleri olan ve elinde silah bulunan bir cemaate dönüşmüştü. Bununla kalmadı… Yeniçerilerin önemli bir kısmı gerçek anlamda asker değildi: kayıkçı, manav, tüccar, tulumbacı, meyhaneci Yeniçeriler vardı. Yani özellikle İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde orta ve alt gelir grupları ile Yeniçeri Ocağı arasında organik bir ilişki oluşmuştu.
Hükümetin kendi açıklarını halkın cebinden kapatmak zorunda olması toplumsal bir muhalefete yol açmaktaydı. İşte 17’inci yüzyılın son çeyreği ve bütün 18’inci yüzyılda Yeniçeriler bu toplumsal muhalefetin temsilcisi oldular. Artık Osmanlı Hanedanı’nın kapıkulları değil ama toplumsal muhalefetin silahlı temsilcileriydi. Haliyle bu durum hem devlet otoritesi ve kamu düzenini hem de ordunun askerlik kabiliyetini zayıflatan bir faktördü. Yani mevcut durum ekonominin daha da bozulmasına yol açıyor, ekonominin bozulması da mevcut durumu pekiştiriyordu. Bu durumun doğal yollardan çözülmesi de pek mümkün değildi. Ya Osmanlı Yeniçeri’yi bitirecekti ya da Yeniçeri Osmanlı’yı…
Dananın kuyruğu 1826’da koptu: Vaka-yı Hayriyye… Sultan II. Mahmut devşirme sistemini lağvetti, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Yeniçeri Ocağı ile birlikte, aynı zamanda, Ocak’la birlikte özdeşleşmiş Bektaşi Tarikatı da lağvedildi. Bektaşî Tarikatı’nın tekke ve vakıfları çoğunlukla Nakşibendiliğin Halidiyye koluna devredildi. Bektaşi Tarikatı’na ait binlerce belge ve kitap meydanlarda yakıldı, yüzlerce Bektaşi Dervişi Arap diyarlarına sürgün edildi, onlarca Bektaşi Babası öldürüldü. II. Mahmut’un küçük oğlu Sultan Aziz dönemine kadar Bektaşi Tarikatı yasaklandı. (Adeta bugünkü vatan haini FETÖ konumuna düşürüldü, DMD.)
Osmanlı klasik kültürünün temel taşlarından olan Bektaşi Tarikatı ve Bektaşi kültürünün kurumsal olarak imha edilmesi Osmanlı Kimliği’nde de bir yara açtı. Nakşibendi Halidî anlayışı Osmanlı’nın yüksek şehirli kültürü ile değil ama Kuzey Irak’ın geri kalmış kasaba kültürüyle daha uyumlu idi. II. Mahmut bir taraftan modern bir milli devletin üst yapı kurumlarını oluştururken, öte yandan ahalinin genel kültür düzeyi kozmopolit bir anlayıştan kapalı kasaba toplumunun anlayışına doğru evriliyordu. Ama bu tersine bir evrim idi.
Bektaşi Tarikatı Sultan Aziz’den sonra tekrar örgütlenmeye başladı… Özellikle Balkanlar’da… Ancak Balkan felâketi bizi Rumeli’nden uzaklaştırdı. Milyonlarca insanımız yersiz yurtsuz kaldı. Bu yüzden Bektaşilikle bağlar, bu sefer siyasi olarak değil ama coğrafi olarak koptu. Daha sonrası ise imparatorluğun çöküşü ve Cumhuriyet’in kurulmasıdır.
Cumhuriyet Dönemi’nde artık heterodoks Müslümanları Bektaşiler değil ama diğer Alevi ocakları temsil etmekteydi. Cumhuriyet Devrimlerine genel olarak Aleviler destek çıkarken iki ayaklanma Cumhuriyet’in ilk yıllarında devleti sarstı: Koçgiri ve Dersim İsyanları. Alevi menşeli Zaza aşiretlerinin bu iki isyanı özünde merkezi devlet kurum ve otoritesini tanımayan yarı göçebe ve başına buyruk aşiretlerin isyanıdır. Arkalarında da kuvvetli bir İngiliz desteği bulunmaktaydı. Bu isyanlar Alevilik adına çıkarılmadığı gibi, isyanların bastırılması da Aleviliği imha amaçlı değildir. Kurulmak istenen merkezi modern devlete karşı dış destekli silahlı ayaklanmalardır. Bunların sonrasında da, zaten, Alevisi ve Sünnisi ile bütün tarikatlar lağvedildi ve tekkeler kapatıldı.
Cumhuriyet Dönemi’nde Alevi toplumunun problemleri sosyolojik ve siyasi problemlerdir. Bunları da bir sonraki yazımda ele alacağım. Hayırlı Cumalar.